31 Aralık 2007

YILBAŞIM

Hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum. 2004 senesi yılbaşını. Mutlaka güzel geçmiştir!!! Ama hatırlayamıyorum. 2004 senesinin öncesinde sadece 2000 yılına girişi hatırlıyorum, Tuzla’da ki muhtaşem ev partisini. Daha sonra ise 2005 senesini hatırlıyorum.İzmirdeydim. Annem, Nuran Teyzem, Anneannem, Dedem ve büyük teyzem Tomris Teyzem. Güzel bir yılbaşı yemeği yemişdik. 2006’ya girerken evdeydim. Yanlızdm ve 2006 senesine girdiğimizi tost makinsesinin başında tost yaparken patlayan havai fişeklerden anlamış, ufak bir tebessüm etmişdim. Sabah 5 buçukta da işe gitmişdim nedensizce. En eğlencelisi ise geçen seneki idi. Askerdeydim. Mutfakta komutanlara patates kızartırken girmişdim 2007 senesine. Kendi isteğimle orda o işi yapıyordum ve çok eğleniyordum. Hayatımda adam gibi hatırladığım yılbaşları, son üç yılbaşı, onları da anlatmak bu kadar kolay ve kısa. Belki de o yüzden hatırlıyorum kısa sürdükleri için. Bu sene de farklı bir şey yapmayı düşünmüyorum. Gece maçoylayım.
NOT : Bayanlar Taksime çıkmayın, pandik yersiniz...

GO REDSKİNS

NFL’de heyecanla beklenen superbowl finali yaklaşmakta. Playoff’lar başladı ve benim takımım Redskins finale doğru gidiyor .Kasım ayının sonunda yaşadığı büyük kayıba rağmen.
Takımın defansının en önemli oyuncularından Sean Taylor , 24 yaşındaydı ve evine giren hırsız tarafından vurulmuş, hastanede kan kaybından ölmüştü. Bu büyük kayıp tabii ki başta Redskins’i etkilemiş, hatta Sean Taylor’un öldürülmesinden sonra çıktıkları maçlarda bazı defans oyunlarını 10 kişi oynamışlar, kaybedilen oyuncunun değerini bu şekilde en üst düzeyde göstermişlerdi.
Takım zor günleri geride bırakmış gözüküyor. Şimdi hedef ayın 5’nde karşılaşılacak olan Seattle Seahawks.

FERNAME


Bugün Beyoğlu’nda Ferhan Şensoy’ un tek kişilik oyunu Fername’yi izledim. Sahnede iki buçuk saat kalıyor Ferhan Şensoy. Zaman zaman seyircilerde katılıyor oyuna. Son derece sert bir dille saydırıyor laiklik düşmanlarına, hükümete, fettullaha, bankalara,ona,buna,şuna…Saydırırken de güldürüyor. Güldürürken halimize üzüyor. İkinci perdede sinema anılarını anlatıyor büyük bir keyifle. Size keyifleniyorsunuz, çok gülüyorsunuz. Fazla söze gerek yok, üstat işini çok iyi yapıyor. İşini iyi yaptığı yerde 125 senelik bir salon, onunda hakkını veriyor.

30 Aralık 2007

SAHAFLAR ÇARŞISI, TOPKAPI SARAYI ve FOUR SEASONS


Dün sahaflar çarşısına gittim. Gitmez olaydım. Sahafların oluşum amacı eski kitap. Fakat içerde eski kitap bulmak bir mucize. Sahafların yarısı, belki daha fazlası öss, kpss v.b. gibi ders ve test kitaplarına ayrılmış. Diğer bir yarısının büyük bir çoğunluğu ise din kitapları satıyor. Geriye kalan azınlıktaki kitapçılarda zaten her kitapçıda bulabileceğiniz kitapları satıyor.Çarşının girişinde de “el kasibu habibullah” , yani “Tanrı ticaret yapanı sever” yazıyor. İşi iyici ticarete dökmüş sahaflar çarşısı da. Kapalıçarşı’nın komşusu olmak kolay değil. Hayal kırıklığı ile oradan ayrıldım. Sultanahmet’e yürüdüm. Amacım aslında, her ziyaretimde görmeyi Topkapı Sarayı Müzesi’ni ziyaretten sonraya bıraktığım, ama ya yorgunluktan yada zaman kalmamasından bir türlü göremediğim Ayasofya Müzesi. Ama bu seferde beni vazgeçiren bilet kuyruğunda ki turist kafilelerinden oluşan uzun kuyruk oldu. Rotayı yine Topkapı Sarayı’na çevirdim. Sarayı çok gezdim. Ama İlber Ortaylı hocanın müdürlüğünden sonra gerçekleşen değişimleri merak içindeydim. Aslında asıl amacım okuduklarımla artık başka bir gözle bakacağım Harem kısmını gezmekti. Gezdim de. Burası benim için büyük bir konu.Burası hakkında bu yazıda söyleyebileceğim, sıkı giyinerek herkesin burayı mutlaka görmesi gerektiği.
Topkapı Sarayı Müzesine girmek için 10 milyon ödüyorsunuz, daha doğrusu benim gibi indirim alamayanlar ödüyor. Girişte ki uzun listedeki meslek ve durumların hiçbirine kendimi sokamadım, paşa paşa ödedim 10 ytl’yi. Ayrıca harem’i gezmek için bir 10 milyon daha vermeniz gerekiyor, işte bunu herkes ödüyor.
Topkapı Sarayı Müzesi’nin bazı bölümleri restore içinde, sürekli güzelleştiriliyor ve rahat dolaşım için çalışmalar yapılıyor. Kapıda 5 ytl’ye kiraladığınız kulaklık sistemi ile müzeyi dolaşırken, gittiğiniz bölümde karşınıza çıkan numarayı makinenize tuşluyor, bir yandan gözlem yaparken bir yandan da kulağınızda oranın hikayesini dinliyorsunuz. Kutsal Emanetlerin bulunduğu yer restore edilmiş, daha korunaklı ve daha güzel olmuş.
Başka ülkelerden insanlar Topkapı Sarayı'na yoğun ilgi gösterip bilgileniyor, aynı zamanda gözlemliyorlar. Oysa ülke insanımızı geçtim, İstanbul’da yaşayan bizlerin bile buraya gösterilmesi gerek değeri ve ilgiyi verdiğimiz konusunda şüpheliyim.
Belki takip ediyorsunuz. Üç gündür Milliyet gazetesinde çıkan haber doğrultusunda, Sultanahmet’te ek bölümlerinin yapımı devam eden Four Seasons otelinin inşaatının, eski Bizans sarayının üstüne yapıldığı, bu bölge’nin arkeolojik değerinin tam olarak bilinemediği, çünkü arkeolojik çalışmaların yapılmadığı, bölgede sadece Bizans’ın değil Osmanlıları’nda önemli eserlerinin bulunma ihtimalinin olduğunu içler acısı fotoğraflarla takip ediyor, orada o otelin yapım iznini veren kurulun, sorular karşısında “hatırlamıyorum” ve “önemli bir karar değildi, hafif bir karadı” gibi pişkin pişkin cevaplarını şaşkınlıkla izliyorum, diyecek bir şey bulamıyorum. Ayasofya’dan Topkapı Sarayı’na doğru yürürken karşıma çıkan pis, metal duvar, arka tarafta dönen pisliklerin görülmesini önlese de, aslında arkasında ne gibi pisliklerin döndüğünün ispatı gibi.

29 Aralık 2007

Bu sabahta her sabah olduğu gibi güneş doğmadan uyandım.
Aslında pek uyuduğumda söylenemez.
Gece yağmur yağdı. Bense hiç birsey hissetmeden öylece yattım yatakta.
Ne yağmurun sesi, ne toprağın kokusu ne de ertesi sabah ıslak otların güneşle ışıldayacak olması beni heyecanlandırdı. Yitirmek kötüdür. Birilerini, birşeyleri, aklını, başarılarını, paranı… Ama en kötüsü benliğini yitirmektir. Sorulan sorulara farketmez diye cevap vermelerin arttıkça, tehlike de artıyor demektir. Farketmez… kırmızı ya da mavi, soğuk ya da sıcak, gitmek ya da kalmak, gülmek ya da ağlamak.

28 Aralık 2007

BİR BEYOĞLU YAZISI...


Elvelki akşam İstiklal caddesinde yürüyorum, Pınar’ın doğum günü yemeği var. Güzel bir yemek yiyip Pınar’ın doğum günü kutlanacak, öyle de oldu. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla güzel, eğlenceli bir fasıl eşliğinde rakımızı içtik, sohbetimizi yaptık. Ama benim asıl aktarmak istediğim yemeğin öncesi. Boydan boya yürüdüm İstiklal Caddesini. Bu benim nerdeyse kendimi bildim bileli, bir başka deyişle, Beyoğlu’nu gördüm göreli yaptığım bir yürüyüştür. Bu yürüyüş aslında benim için bir düşüncedir. Hayatımın belli noktalarının özeti gibi orası.
İstiklal caddesiyle yanlız olarak ilk tanışmam sanırım 12-13 yaşlarıma denk gelir. İ.T.Ü ‘de oynadığım basketbol nedeniyle neredeyse hergün Taksim’e çıkardım. Sabah antremanı ile akşam antremanı arasında yemeğimizi yedikten sonra dinlenmeye ayrılan sürenin adı benim için çoğunlukla İstiklal Caddesine kaçmak olurdu. İstiklal Caddesine kaçmanın amacı ise 3 Filmi birden ardı ardına izlemek aktivitesi olmuştur. Kadınları beyaz perde’de de olsa ilk kez çıplak olarak gördüğüm yerdir yani İstaikla Caddesi. Daha sonraları belli dönemlerle, dinlediğim müzik ve bu müziğin arkadaşlıklarının Taksim’de kesişmesi, şimdi özentilerim olarak adlandırdığım insanların, müziğin, hayat tarzının bazen tüm yapmacıklığı ile bazen tüm gerçekliği ile beni Beyoğlu’na çekmesi, neredeyse bütün günümü Yeşilçam sokağında geçirdiğim zamanlar, Nevizade sokağında yapılan bira veya rakı geceleri, babamla beyoğlu’nda buluşup içilen rakı veya biraların eşliğinde sohbetlerimiz, Sen Antuan kilisesi’ne girip, neden girdiğimi bilmeden banklarda oturup Hz. İsa’nın heykeline uzun uzun bakmam, sinema, tiyatro, festivaller, Tünel’de sohbetler, yemekler, barlar, konserler, Victor Levi’de şarap , kahve, Kemancı, Mojo, 45’lik, Pendor, Robin Hood, Godet, Babylon.... sonu gelmiyecekmiş gibi. Nerdeyse İstiklal Caddesinin her anını, her zaman dilimini yaşamış gibiyim.Ama işde ben onu tanıyorum da o beni tanımıyor.
Beyoğlu’na çıkmak aslında bir cesarettir. Bu cesareti nasıl göstereceğiniz ise belirsizdir. Çünkü her an cesaretinizi gösterebileceğiniz bir olay karşınıza çıkabilir. Taksim’den caddeye doğru baktığınızda günün her saati orada binlerce insan görürsünüz. Cadde doluyken ara sokaklarda bundan her zaman nasibini almışdır. Ama Beyoğlu’nda hangi ara sokağa ne zaman gireceğini bilmek, işde bu noktada bir tecrübe ve cesaret gerektirir. Benim bir zamanlar yaptığım gibi, Nevizade sokağına gitmek için birkaç sokak erken girip, caddeyi pararel yürümek, yani kerhanelerin ortasından, dönme sesleri ve pezevenglerin daveti eşliğinde yürümek bir salaklık cesaretidir. Bunun açıklamasını şimdi sadece gereksiz bir adrenalin olarak adlandırabilirim.
Şuan bizim Beyoğlu dediğimiz bölge, yeryüzünde oluştuğu andan itibaren sanırım her zaman önemli bir yer olmuştur. Her tarafı bizlere rağmen tarihle iç içedir Beyoğlu’nun. Bu tarih'de yaşamak her ne kadar şans ise’de, Beyoğlu’nun kendi ellerimizle içine etmekte o denli utanılacak bir olgudur.
Bu bölgenin kendisi her yönüyle bir çelişkidir. Beyoğlu her kesimden insanı kendine çekmeyi başarır, birbirinle çelişen ne varsa çektiği gibi. Ama çelişki eğer yılların Markiz pastanesinin üzerinde Robert’s Cafe yazmak ise, bu çelişki değil bu saçmalıktır. Yıllarca kapalı olarak kalan tarihi Markiz pastanesi, adının Robert’s Cafe ile anılması için mi açıldı. Keşke kapalı olarak kalmaya devam etseydi. “Bir milleti ele geçirmek istiyorsan önce dilini, kültürünü yok edeceksin”derler. Doğru da derler. Beyoğlu’nda türkçe isimli dükkan, mağaza ismi o kadar az ki.
“Seni unutmayacağız, beyoğlu hep aydınlık kalacak” diye Vitali Hakko’nun anısına, üzerinde bir Beyoğlu görüntüsü ve kendisinin fotografının bulunduğu bir afiş , caddenin tam orta yerine asılmış. Afişin asıldığı yer "tüpçü" Yıldırım Demirören’in Beyoğlu’nun orta yerine yaptırdığı, büyük binanın yapılışının görülmemesi için oluşturulan çirkin duvarın üzeri. Duvarın arkasından nasıl bir bina çıkacak belli değil, fakat Beyoğlu’na yakışacakmı ondan şüpheliyim. İnsanların zor yürüdüğü bir noktada, caddeyi neredeyse yarı yarıya daraltmış durumda. Beyoğlu’nun aydınlığı sloganını Vitali Hakko’yu kullanarak oraya asmak çelişkinin ta kendisidir.
Beyoğlu’da, Beyoğlu düşüncelerim gibi karmakarışık ve sonu yokmuş gibi. Beyoğlu yazısı yazmak da orada yaşamak kadar cesaret istermiş, mutlaka birşeyi unutacağın bir yazıda daha fazla yazmak istemiyorum...

25 Aralık 2007

İNADINA TÜRK FİLMİ

--- Hafız, hadi sinemaya gidelim.
--- Tamam ajan gidelim, hangisine gidicez ama.
--- Mutluluk Filmine gidelim.çok merak ediyorum, kitabını okumuştum.
--- yok abi ona gelmem. Türk filmlerine gitmiyorum ben.

Bana mı denk geliyor? Yoksa sizler de onlardan birimisiniz? “Türk filmine gitmem” diye klişe bir laf ve bunun uygulayıcıları var bu ülkede. Sanki kendileri, olur ya yönetmen olup film yönetseler , yada yapımcı olup film yapsalar başka bir milletin filmi olacakmış gibi. Filmi ortaya koyan insanların izlenmemek için suçlarına bakın. “Türk olmak”.
Bu ülkede “Türk olmak” birçok sanat dalı için aşağılayıcı bir durum olmuştur. Türk filmi kavramı da bunların beklide en önde gidenidir. İnişli çıkışlı çeşitli dönemlerden geçen Türk sineması, zaman zaman üst düzey yapıtlar ortaya koymuş, zaman zaman da büyük bir tıkanıklığın içine girmiştir. Bunların nedenleri ayrı konulardır ve çok uzundur. Fakat, zamanında yapılan kötü örneklerin- ki bu filmlerin kötü olsa dahi izlenebilirliği, çekiciliği bazı kesimlere göre olmuştur, çok sayıda kült film ortaya çıkmıştır- şimdi ki sinemacıları olumsuz yönden etkilemesi çok anlamsızdır. Amerikanın Hollywood tarafından gelen kötü filmlerle büyüyen bir jenerasyonun, film zevklerini eleştirmek ne kadar doğru olur bilinmez. Fakat genç sinemacılarla beraber yükselen, ustalarında önemli katkılarda bulundukları son zamanlarda ortaya çıkan önemli Türk filmlerini de, sinemaya gidip izlemek yerine , “nasıl olsa yakında televizyon ekranlarına düşer” mantığı ile gitmeyip, onun yerine başka bir filme girmek bence eleştirilmesi gereken gerçek konudur. Eğer bu bir milliyetçilik ise, evet bu bir sanat milliyetçiliğidir. Büyük bir yükseliş içerisinde bulunan sinemamıza destek sinema salonlarında verilmelidir. İstatistiklere yansıyan izleyici sayıları ve gelirler sinema sektörü için çok önemlidir. Bu tartışmasız bir gerçektir.
Bir başka anlam veremediğim konu ise, izleyicinin, sevmediği bir oyuncunun oynadığı filme baştan notunu kocaman bir sıfır olarak vermesi olayıdır. Bu konu bana her zaman kendi içinde çelişkili bir durum olarak gelmiştir. Yani nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmediğimiz birçok oyuncunun filmini izleyip, o oyuncuya övgü dolu sözler söylediğimiz halde, çeşitli nedenlerle bize antipatik gelen bir oyuncunun oynadığı filme sırf onun yüzünden başdan notumuzu vermekteyiz. Örnek vermek gerekirse Mel Gibson ve Tom Cruise gibi iki değişik tarikata üye olan ve bu tarikatlar için önemli hizmetlerde bulunan oyuncuların filmlerini kaçırmayan, bu oyuncuları ağzı açık bir şekilde izleyen bazı izleyicilerin, örneğin “Cem Özer’i sevmem, çok antipatik” diyerek Adem’in Trenleri filmini izlememesi, hem o filme emeği geçen diğer sinemacılara ayıp, hem de Cem Özer’in kendisine ayıptır. Bu konu benim dün Adem’in Trenleri filminin dvd’sini izlerken aklıma geldi. Cem Özer yüzünden filme gitmeyen, izlemeyen birçok insan vardı etrafımda ve nedense bende etkilenmişim. Cem Özer benimde haz ettiğim biri değil, fakat ortaya koyduğu oyunculuk bana görenin altını çizerek söylüyorum çok başarılı. Ama başarılı değil demek için de, ne yaptığını bilmek ve izlemek gerekir diye düşünüyorum. Eğer böyle yapmazsak, Mel Gibson’un yanında Cem Özer’e haksız davranmış oluruz.
Birçoğumuz için sinemamız hayatımızın önemli eğlence unsuru olmuşdur. Benim görüşüm bu sektöre sinema salonlarına giderek yada orjinal dvd alımları ile destek olmak şeklindedir. Milli futbol takımının antrörünün aylık maaşının 130 milyar olduğu bir ülkede, sinemacılarında önemli paralar kazanmasında bir sorun olduğunu zannetmiyorum. Sanatçı üretken olmak için rahat yaşamak zorundadır, kafasının özgür olması gerekir. bu ülkenin bir ayda 130 milyarda,örneğin Çağan Irmak'a verip, ondan bir film çekmesini istediğini, muhtaşem karakter ve olaylarla dolu tarihimizin herhangi bir bölümünün filmini yapmak için girişimde bulunduğunu hayal ediyorum da. galiba sadece hayalimle kalıcam.

23 Aralık 2007

taktım anteni vücuduma
sinyaller akıp gidiyor damarlarımda
yok artık ihtiyacım bir televizyon ekranına
eXistenZ----T.V.O.D

12 Aralık 2007

30 yaş genci



Yılbaşı yaklaşıyor. 2008 yılı içinde Taylan 30 yaşında olucak.
Bugün öğlen yemeğini yemek için Kaan ve Suphi'nin yanına giderken bu yaşın anlamını düşünüyordum. Yürüdüğüm yol Taksim Harbiye arasındaki yol. Bundan 10 sene önce yine aynı yoldan yürürdüm. Yanımda genellikle Kaan olurdu. O zamanlar en büyük eğlencemiz Captain Hook. Kulağımızda hep aynı şarkılar. Aradan 10 sene geçmiş, hala aynı şarkılar. Yürüdüğüm caddeye ve geçen 10 seneye nispetle yaşlanmamışım, gençleşmişim.
O günlerin anısına, Kaan'a. Nede olsa o da 30 olucak.

GORALI

Tostlara verilen garip isimlere bayılıyorum. Sanki hepsi içinde bir hikaye barındırıyormuş gibi. Bildiğimiz kaşarlı sucuklu tosta “yengen” demenin mantığını şuan için bilemesemde “goralı” denen muhteşem buluşun hikayesini biraz da olsa aktarayım.
İstanbul’da özel bir büfe kültürü var. İsimleri ile ünlü bir çok büfe var, bu büfeler artık zincirleme dükkanlar açmaya çokdan başladılar. Taksim meydanındaki büfelerin yarısını “Bambi” ele geçirmiş. Kızılkayalar hamburgeri ile efsane olmuş durumda ve şehrin değişik yerlerine şubeler açmakta. “Şampiyon” yada “mercan” da kokoreç ve midye konusunda markalaşmış durumdalar. Bu markalaşmış büfeler, artık markalaşmış ürünlerde ortaya çıkartıyorlar. Kızılkayalar’ın hamburgeri, Bambi’nin kaşarlı dürümü gibi. Ama bazı ürünlerin isimleri şehrin her yerinde aynı. Bu isimlerden biri de “goralı”. Ama malesef gerçek goralı’yı yemediğimizi ufak bir araştırmadan sonra hemen öğrenebiliyorsunuz. Herkesin evinde bile yapabileceği kadar kolay bir yiyecek değilmiş goralı. evimizde sosisi hazırlayıp, üzerine amerikan salatasını koyup( ankaralılar rus salatası derler ) , isteğe bağlı olarak turşu ve ketçap, mayonez’i sandviç ekmeğinin arasına koyduğumuz zaman elde ettiğimiz bir goralı değilmiş. Bu büfeler yıllardır bizleri kandırıyorlar, bizlere goralı adı altında basit bir sosisli sandviç sunuyorlar.
Cem Yılmaz’ın filmi ile çok haşır neşir olduğumuz Goralı ismi, filmi yapanların tamamen uydurma demelerinin aksine, aslında yeryüzünde bulunan bir kavim . Gora, Makedonya’da dağlık bir bölgenin adı ve burada yaşayanlara ise goralı denmekte. İşde bu bölgeden göçüp ülkemize gelen ve goralı soyadını alan goralı kardeşlerin bir ürünü gerçek “goralı”. İşin püf noktası etinde. Formülünü kendileri biliyor ve kimse ile paylaşmıyorlar. On dört farklı goralı çeşidi olduğunu söylüyor goralı kardeşler. Bu çeşitliliği karışımları oluşturan malzemelerin çeşitliliği sağlamakta imiş. Gerçek goralı’nın adresi belli. İlk goralı yapan büfe, çoğu Ankaralı’nın bildiği gibi, sakarya caddesindeymiş. Şevket Goralı’nın sahibi olduğu bu yer, kardeşi Ferit Goralı’nın askerliğini yaptıktan sonra İstanbul’a göçmesi ile İstanbul’a da taşınmış. Bugün halen Fındıkzade’de ki dükkanlarından Goralı satmaya devam ediyorlar Ferhat Bey’in torunları . Markalarını tescilleştirmiş durumdalar ama bütün şehirde “goralı”olarak basit bir sosisli sandviçin satılmasına da kızıyorlar. Bundan sonra goralı istemek yok büfelerde, “sosili ver abi, üstünede amerikan koy”. İlk fırsatta da Fındıkzade de gerçek goralı yemek gerek.

07 Aralık 2007

ASIM CAN GÜNDÜZ -- AWESOME JOHN


Belkide dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gitaristlerinden biri Asım Can Gündüz. O elinde gitarı ile yaşıyor ve onu bir kez izlemeniz, onu dünyanın en büyük gitaristleri sınıfına almanıza yetecektir . Biraz Amerikalı biraz Türk’tür. En azından konuşması böyledir. Amerikalı tarafı çok küçük yaşlarda ailesinin amerkaya gitmesiyle başlamış Asım Can Gündüz’ün. New York sokaklarında birçok etnik müziğin içinde büyümüş, ilk gitarını eline aldığında yaşı onbirmiş. Biryerlerde okuduğum ve eğer birdaha karşılaşırsam kendisine mutlaka soracağım bir konu var, o da aslında dünyaya parmaklarının bitişik olarak doğduğu. Bu parmakların arasını kendisinin cam parçasıyla kesip, elini annesine gösterdikten sonra bayıldığını, ama parmaklarını ayırmayı başardığını okumuşdum. Böyle bir insanın aslında gitar çalmaya pek de elverişli olmayan el yapısına rağmen böylesine muhtaşem gitar çalmasını çok iyi açıklıyo olsa gerek. Amerika’da, yurt dışında adını Awesome John olarak duyurmuş ve öyle de biliniyor. 1980’den hemen sonra ülkemize temelli dönüş yapmış. Şuan bile vatanımıza göre oldukça enerjik ve antipatik olan bu üstad o zamanlar boy gösterdiği televizyonda özellikle amerikan ağzı ile konuşması ile oldukça tepki almış. Tepki aldığı kadar ise çaldığı gitar ve yaptığı müzik ve bazılarına sempatik gelen kişiliği sayesinde belli bir hayran kitlesinede sahip olmuş. Yıllar boyunca televizyonlarda ve radyolarda birçok önemli programa imza atmış. 1991 yılında yaptığı albüm argo kelimlere barındırdığı için yasaklanmış. Ülkemizde günümüzde bile bu konuda bir bandrol konulamadığını, yabancı dilde bütün sanatçı ve grupların albümlerine koydukları bandrolle avaz avaz küfrederek ülkemizde satış yapmalarına rağmen, kendi sanatçı ve gruplarımızın böyle bir hakkı yok. Neyse Asım Can Gündüz’e gelirsek, mutlaka canlı olarak izlenmesi gereken bir üstad olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Vücudunun her noktası ile dişiyle, diliyle, poposuyla, her yeri ile gitar çalabilir, neredeyse her hücresi ile gitar çalar, bitmeyen enerjisi ile sizi şok edebilir, şarkıdan şarkıya nasıl geçtiğini sizler anlamazsınız, sahnede her türlü şekle girip size garip şovlar yapabilir. Son derece doğal olarak yapar bunu.
Bünyesinde bu kadar yetenek barındırırken fazla tanınmaması kendi suçumu, değerini bilemeyen izleyicilerin mi suçu bilinmez ama şimdilerde o vaktini yazları turistleri eğledirme bahanesi ile Marmaris’de geçiriyor. Bu sıralar ise yeniden Kemancı’da sahne alıcağını duydum, mutlaka yakın zamanda imkan bulursam kendisini canlı olarak tekrar izlemek istiyorum. Birde kitap yazıyormuş, nasıl bir kitap olabilir ki bu.
www.asimcangunduz.com

06 Aralık 2007

The Best Taxi Driver - İhsan AKNUR

Taksilerden oldum olası haz etmiyorum. Taksi’ye binersin “merhaba” yada “iyi günler” dersiniz, cevap olarak kafasını ters tarafa çeviren bir şoför bulabilirsiniz. Yada cevap olarak ne dediği anlaşılmayan,”merhaba” demeye bile üşenen bir taksi şoförünü. Önünde ilk hatalı sürüş yapan diğer şoföre kükreyerek bağırabilir, bir anda vücuduna enerji gelebilir. Adamların sanki seni istediğin yere götürmesi bir işkence gibi gelir. Müşteri seçerler, o tarafa gitmem derler v.s. Hepsi böyle değildir tabii ki. Arabalarına bindiğin için sana dövecekmiş gibi bakıp, hiç konuşmayanlar kadar çok olmasada tam tersi olanlar, çok kibar ve saygılı olanlara da rastlayabilirsiniz. Ama ben İhsan Aknur gibisini hiç görmedim. Şuan onun arabasına binmek için can atıyorum. National Geographic’de taksi belgeselini birkaç kez izlemişdim. Ama malesef asıl izlemem gereken bölümü kaçırmışım. Belgeselin en çok izlenen bölümüne imza atmış sayın abimiz. Geçen hafta bir arkadaşım gönderdiğinde bu video’yu çok gülmüşdüm. Mütiş eğlenceli, biraz deli bir abimiz İhsan Aknur. Zaten kendisi de “ben normal değilim” diyerek bunu ortaya koyuyor . İlk olarak taksiciliğe turistlerin yoğun olarka bulunduğu Sultanahmet’de başlamış. Kafasına koymuş yabancı dil öğrenmeyi ve ingilizce öğrenmiş. Takside bir not defteri tutmaya başlamış, bittikce yenisini açmış. 1000’lerce sayfadan oluşan müşteri notları var. Yakın da kitap olarak çıkarırsa şaşırmam. Birçok televizyon kanalında boy göstermiş. http://www.besttaxidriver.com kendi internet sitesinin adresi. Görüldüğü üzre kendini en iyi taksi şoförü ilan etmiş. Sitede yer aldığı televizyon programlarının görüntüleride bulunmakta. Zamanla İhsan Aknur’un popülerliği arttıkça arkadaşları yurt dışından olmaya başlamış. Hayatı oldukça hızlanmış, karısı bu durumdan rahatsız olunca boşanmışlar. Film gibi bir hayat yani, eminim yazılacak çok şeyi vardır ama, bu adam öncelikle yaşanır. Gayrettepede imiş taksi durağı aklıma kazıdım ben.

05 Aralık 2007

TOKYO SKA PARADISE ORCHESTRA


TOKYO SKA PARADISE ORCHESTRA adında anlaşılacağı gibi Japon Ska orkestrası. 80’lerin başında Tokyo sokaklarında çalarak başlamışlar. 1989 yılında ise çıkardıkları albümle önce Japonyada daha sonra ise avrupa’da önemli festivallerde çalmaya başlamışlar. Monster Rock adlı şarkı, önemli listelere girmeyi başarmış. Benim bugün size verdiğim linklerden biride bu şarkıya ait. Video’da da göreceğiniz gibi, önemli festivallerde önemli kalabalılara çalmışlar. Kendi ülkelerinde ise Yokohama Arena’da 15.000 kişiyi sadece kendileri için toplayarak önemli bir başarı elde etmişler. Japon bir grubun ska yapması bana çok ilginç gelsede, çok sesli orkestrasıyla ve sahne şovlarıyla bu işin hakkını verdikleri kesin. Ben izlediğim videolarında saksafon, trompet, trombon, klavye, gitar, bas gitar, perküsyon, mızıka ve tabii ki bateri gördüm. Bu noktada ülkemizin yegane ska grubu demesekte hali hazırda ska müzik icra eden Athena grubuna da gönderme yapmak istiyorum. İzlediğim büyük festivallerde Rockİstanbul, Rock’n Coke gibi trompet ve saksafon kullanan Athena’nın müziği çok daha çekici ve güzel gelmekte idi. Ne olduğu tam bilinmez ama grubun kurucuları yani sahipleri Gökhan ve Hakan kardeşlerin grubu büyütüp, örnekte olduğu gibi bir orkestra şekline dönüştürecekleri, avrupanın önde festivallerinde kendilerine yer edinebilecekleri yerde sürekli değişen sayıları ile iki kişi olarak yola devam etmekteler. Bu japon kardeşleri izledikten sonra ve başarılarını okuduktan sonra çok daha başarılı bir sound’u olduğunu düşündüğüm Athena grubunu daha önemli yerlerde görebileceğimizi düşünüyorum.Tokyo Ska Orkestrasına gelince 1989 yılından beri başarılı birçok albüme imza atmış durumdalar. Sayıları zaman zaman değişsede şuan 10 kişi olarak yola devam etmekteler. Sahne şovlarında, özellikle solistlerinin yaptığı şovlar öne çıkmakta. Gitarını sahnede kırmaktan, hoparlörlerle sevişmeye kadar ilginç şovları var. Ülkemizde yapılan festivallere grupların daha yüksek ücret istedikleri kaçınılmaz bir gerçek. Bence organizatörlerin kaçırmaması gereken, maddi olarak da fazla zorlamıycak bir grup olabilir. Bizlerde birde canlı olarak dinleyip notumuzu tam olarak verebiliriz.

04 Aralık 2007

jimi hendrix - wild thing (monterey pop festival 1967) yanan gitar


Bugünkü görüntüler dünkü yazımlada bağlantılı. Gitarını sahnede yakan Jimi Hendrix ve o görüntüler.
Jimmt Hendrix bazılarına göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gitaristi. Bu video’da sanki bu iddiaların açıkça kanıtı gibi. Görüntülerin başında gitarını kullanışı ve çıkardığı sesler inanılmaz. Şarkı Wild Thing. Bu şarkı başkaları tarafından kaç kere yorumlandı, cover olarak kaç albümde yer aldı, kaç bar grubunun repertuarında var bilmiyorum ama hiçbirinin bu şarkıyı bu kadar etkileyici çalamadıklarından eminim. Kendinden önce sahneye çıkan Peter Townsend gitarını kırınca, daha iyisini gitarını yakarak kıran Jimi Hendrix. Günümüzde kendilerine rockstar diyen sözde rockçıları düşünüyorum. Gitar bile çalmayı bilmeyenler var aralarında. Önemli olanın saçlarını değişik yapmak, değişik giyinmek olduğunu zannedenler, kendilerini belli bir ideolojinin, markaların, imaj yaratıcılarının, tv yapımcılarının, plak şirketlerinin, gazetecilerin esiri yapmış, bağımlı sözde rockstarlar. Artık düzen bu olmuş ve çoğunluğu bu şekilde. Oysa gerçek rock müziğin bütün bu sahtelikten uzak olması gerekir.
Derin konulara girmeden Jimi Hendrix’in üstün gitar çalış yeteneğinin başlıca sebebinden bahsetmek istiyorum. Hendrix solaktır. Ama o zamanlarda solaklar için gitar pek yaygın değil. Gitarını ters tutarak çalmayı öğreniyor Hendrix, bu da ona serbest ve özgür bir şekilde gitarı vücudunun heryerinde çalma özelliğinin gelişmesine tabii ki katkıda bulunuyor. 27 yaşında ölen rockstar’lardan biridir Jimi Hendrix. Aynı festivalde ise yine 27 yaşında ölmüş olan başka bir efsane Janis Joplin’de sahne almış. Günümüzün müziğine bile yön veren kişi ve gruplarla dolu 1967 yılındaki monterey pop festival. Yanda 3 gün süren bu festivalin listesi var. Çok güçlü bir liste. 1969 yılında yapılan meşhur woodstock festivalinin öncüsü gibi.

03 Aralık 2007

CANNED HEAT

Bugünkü şarkımız Canned Heat’den. Montrey’den. Montrey bu müzik için dünyanın en önemli noktası. Jazz ve Blues festivalleri ayrı ayrı düzenleniyor ve hala devam ediyor. Kaydın alındığı tarih 1967. Artık hepimizin bildiği insanlar. Gerçek 68 kuşağı.
Şarkının belki çok bir önemi yok. Çok ahım şahım bir şarkı değil. Ama bugün bu şarkıyı seçmemin iki nedeni var. İlki festival alanında tek bir siyahın bile olmaması. Siyahların müziğini çalan beyazlar, oturarak onları izleyen beyazlar. Günün koşullarında tabbii ki imkansız bir durum siyahların orda olması. Ama onlarda orda olsaydı, bu alan nasıl olurdu diye düşündüm. Sanrım daha eğlenceli bir ortam olurdu. İkinci nedenim ise bu insanların giyim ve saç tarzları. Erkeklerin saçları için diyecek pek fazla birşeyim yok ama özellikle hanımefendilerin saçlarının mükemmel olduğunu, bu mükemmelliğinde sadelikten geldiğini düşünüyorum. Yazımı okudktan sonra bir daha izleyin ve gözlüklere, şapkalara, renklerin çokluğuna bakın. Hepsi mükemmeller.
1967 yılında yapılan bu festivalde The Who grubuda sahne almıştı. Grubun ünlü gitaristi Peter Townsend sahnede gitarını kırıyor. The Who’dan sonra sahneye çıkacak olan isim ise Jimi Hendrix. Sahnede gitarın kırıldığını gören hendrix tabii ki bunun daha iyisini yapmak istiyor ve sahnede gitarını yakıyor. Kafasının üzerinde yanan gitarı tutan fotografı o zamanlar Amerika’yı baya karıştırmış.
http://www.youtube.com/watch?v=UEOUWQ1Qm5I&feature=related

25 Kasım 2007

ELİZABETH:THE GOLDEN AGE VE İSTİNYE PARK

İstinye Park’a gittim dün. Girer girmez sıkıldım. Bu alış-veriş merkezleri büyüdükçe büyüyor. İstinye Park başlı başına bir semt gibi. Hemen bir kitapçıya dalıp, gözüme çarpan bir şey olursa alıp çıkmaya karar verdim. Krokiden kitapçıların yerlerine bakarken sinemaya çok yakın bir yerde bulunduğumun farkına vardım. O yöne doğru gittim ve sinemanın önüne geldiğimde filmlere göz attım. Pek methetmişlerdi bu sinemayı. 5 dakika sonra Elizabet:The Golden Age adlı film başlıyordu. Aldım biletimi ve girdim. Artık sinemaya gittiğinde nerde gittiğinden de öte, salonların kendilerini de iyi bilmek gerekiyor. Örneğin genellikle orta sıralardan aldığınız bir bilet size güzel bir izleme imkanı sunarken, başka bir salonda aşağıda veya yukarıda kalabilir, filmin çekiciliğini yitirebilirsiniz. Bu noktada İstinye Park sinemasına eleştirilerimi yapayım ve neden bir daha mecbur kalmazsam gitmeyeceğimi söyleyim. Çok net aslında. Girişte 15 milyon verdim. Herhalde içeride mükemmel bir ses sistemi ve görüntü sistemi var ki bu parayı alıyolar diye düşündüm. Ama öyle değildi. Ses çok kötüydü. Ayrıca ekran kare idi. Çok rahatsız edici, filmi kare olarak izliyorsunuz, belki bazıları buna aldırış etmeyebilir ama ben çok rahatsız oldum. Benim gibi orta sıralardan yer alan yaklaşık 15 kişide film başlar başlamaz arka koltuklara hücum ettik. Şunu da belirtmeden geçemiycem 1 şişe su 1.5 YTL. Bunları yazıyorum cimri veya paragöz biri değilim ama hiçbir özellik sunmayan bu salona, sadece adı popüler diye bu kadar parayı vermem. İstinye Park sinema, mecbur kalmadıkça bitmiştir benim için. 3 boyut salonuna ise gideceğim kesin.
Filme gelince Cate Blantchett oyunculuğunun zirvesinde. Anlatacak pek fazla bir şey yok, kraliçenin güçsüzlüğünü de gücünü de çok güzel yansıtmış. Clive Owen’ı ise Closer’dan beri severek takip ediyorum. Film ayırt etmeden çok fazla filmde rol alıyor. Bu filmde de oldukça başarılı buldum. Filmin genelinde ise savaş sahnelerinin yetersiz kaldığını düşünüyorum. İşin içine bazı sahnelerde bilgisayar teknolojisini soktukları, özellikle renklerde çok belli oluyordu. Kafama takılan bir sahne de kraliçe elizabeth’in savaş başlarken meydanda yaptığı konuşma. Kamera yerden çekiyor. Atın üstündeki kraliçe ve sırayla dizilmiş askerler. Askerlerin arasında bir boşluk vardı ve arkasının boş olduğu gözüküyordu. Binlerce askerin olduğu bir yer imajı verilirken, o aradan sadece 3 sıra askerin olduğu gözüküyordu. Bilemiyorum beklide ben çok hassas izledim. Bunlara rağmen özellikle tarih sevenlerin kaçırmaması gereken başarılı bir dönem filmi Elizabeth. Dönemin tarihsel yapısını diyaloglarla ortaya güzel koymuşlar. Ama sonuç itibari ile bu bir savaş değil aşk filmi.

REBEL MOVES


Ankara da iken ODTÜ çim amfide MFÖ konserine gitmeye karar verip, konseri incelerken ilk olarak duymuşdum isimlerini. MFÖ’ nün alt grubu idiler. İsimleri bir garipti, arkadaşlarım şimdi ismini hatırlayamadığım şarkılarının Avrupa listelerinde olduğunu söylüyorlardı. Bunu duyanlarda “aaaaa onlar Türklermiymiş? “ gibi bir tepki veriyorlardı. Konsere gidemedim, nedenini hatırlamıyorum. 3 sene önce Bebek’te, Bebek Festivali yapılmaya başladı. Bebeklilere özel. Fazla reklamsız, Bebek parkında yapılan güzel bir festival. Bebekliyiz, gitmemek olmaz. Ayrıca isimlerden biri ilgimi çekiyor. İlhan Erşahin ve grubu. Gittiğimizde sahnedeler. Güzel bir topluluk var, güzel bir konser. Bir kaç şarkıdan sonra indiler sahneden ve biraz aradan sonra Rebel Moves sahneye çıktı. Aslına bakarsınız nedense biraz önyargılıyım gruba. Grubun adını ilk duyduğumdan o ana kadar geçen süre içerisinde birkaç televizyon programında kendileriyle karşılaşmış ve haz etmemiş olmam sanırım sebebi. Ama son derece iyi bir sahne ve güzel bir konser izlettiler bize. Bazı şarkılarının sözlerinin hiçbir anlamı yok, tamamen uydurma. Orada öğrenmişdim bunu, “sigur ros gibi” diye düşünmüşdüm. Ama o kadar, böyle bir konser ile unutulmuş bir gruptu benim için geçen haftaya kadar. İşim dolayısıyla Doesn’t Metter adlı şarkılarının klibi geçti elime. Çok sevdim şarkıyı, daha önce duymuşdum ama duyduğumla kalmışım. 3 gündür nerdeyse başka bir şey dinlemiyorum. Ve bu şarkının burada bana bu kadar yazı yazdırmasına şaşırıyorum.

HIRSIZ TRAFİK

Cuma akşamı iş yerinden 18:30’a doğru çıktım. Saat 20:30’da evdeydim. Sinirden karnıma ağrılar girdi. Bu trafik her İstanbulluyu delirttiği gibi beni de delirtti. Trafik kilit, bunu size nasıl anlatabilirim ki, geliş hareketsiz duruyor, gidiş duruyor, ana yola bağlanan bütün yollar aynı durumda, herkes arabasının içinde kornaya basıyor, ambulans sireni duyuluyor, insanlar çok sinirli, birbirlerine küfredenler, bağıranlar, duruma fazlasıyla alışmış durumda olanlar, arabanın içinde makyaj yapan bayanlar, yüksek sesle müzik dinleyen gençler, bir adet doğan marka arabanın içindeki beş erkeğin sigara içerek birbirleriyle şakalaşmaları, toplu taşıma araçlarında insanların üst üste olmaları, ortada ne yapacağını bilemeden duran trafik polisi… Şu anlattığım gürültü şuan bile kafamın içinde. Bu şehir hayatımdan çalıyor.

13 Kasım 2007

ÇIPLAK MUSTAFA ve MADAM OPALA

2. Abdülhamid zamanında İstanbul'da Çıplak Mustafa ve Madam Opala isminde iki deli varmış. Bunlar şehirde de oldukça meşhurmuşlar. Mustafa, Fatih tarafında ( namının Beykozlu Çıplak Mustafa olarak geçdiği yerler var), Madam Opala'da Beyoğlu'nda otururmuş. Çıplak Mustafa lakabından da anlaşılacağı gibi yaz kış anadan doğma dolaşırmış, Madam Opala ise tam tersi. Kat kat elbiseler, ceketler, fistanlar giyer, kafasına kat kat şapkalar takarmış. Bu iki deliyi dahada ilginç hale getiren yaptıkları kavgalarmış. Ne zaman bir araya gelseler saç saça, baş başa kavga ederlermiş. Pek tabii Madam Opala bu kavgalardan zararlı çıkarmış. Padişah 2. Abdülhamid bu iki delinin köprülerden geçmesini yasak etmiş. Çünkü genellikle köprü üzerinde karşılaşıp kavgaya tutuşurlarmış. Hatta padişah, Çıplak Mustafa'yı evde tutması, dışarıya salmaması için ablasına maaş bile bağlamış.

06 Kasım 2007

www.kardesinisec.com

Bundan bir ay kadar önce hafta sonu evde oturmuş televizyonu zaplarken trt 2 de takılmışdım. Program http://www.kardesinisec.com/ dan bahsediyordu. Site aracılığı ile kardeşini seçen bir reklamcı, kardeşini görmeye gidiyordu. Hemen siteye girdim ve bir göz attım. Çok kolay bir sistemle oluşturulmuş ,birçok gönüllü ile yürütülen bir yardım sitesi. Amacı ailesinin ekonomik gücü fazla olmayan ilk öğretim çağındaki öğrencileri, öğretmenleri, gönüllüler v.s. vasıtasıyla siteye girişlerini yapıp, onların eğitim masraflarını ellerinden geldiğince karşılayacak olan gönüllülerle eşleştirmek. Bir aracı yani.Siteye göz attıktan sonra bende kendime bir kardeş seçmeye karar verdim. Fakat uzunca da düşündüm. Düşünmemin nedeni buna zaman ayırabilecek miydim? Aslında bu sorunun anlamı, "bu sorumluluğu almak istiyor muyum?" idi. Bu kadar gereksiz konu ve olaya zaman ayırırken, sadece kırtasiye'ye gidip alışveriş yapmak, onu kargoya vermek ve tabii ki içine bir mektup yazıp koymaya vakit bulamıycağımı söylemek....
Aydın Ortaklar'da bir kardeşim var artık. Adı Ferhat. 7 yaşında. Geçen hafta ona biraz kırtasiye alışverişi yaparak, yazdığım mektupla beraber gönderdim. Dün Ferhat'ın babası aradı. Onunla konuşdum, çok heyecanlıydı, teşekkürlerini bildirdi. Bende en az onun kadar heyecanlandım. Ferhat'ı telefona isteyemedim bile. Bana mektup yazmasını istedim, yazmasının, anlatım gücünün gelişebilmesi için yararından bahsettim babasına. O da zaten Ferhat'ın çok iyi bir öğrenci olduğunu söyledi. Açıkcası bu cümleden sonra biraz daha heyecanlandım. Göndereceğim her mektupta ona çeşitli hediyeler göndermeye devam ediceğim. Site formatına göre para göndermek yasak. Kuşadasına yada İzmir'e gittiğimde de mutlaka ziyaretine de gidiceğim.
Bunları yazma amacım yaptıklarımı sizlere bildirmek değil,ufakta olsa bazı mutlulukları yakalamanın çokda kolay ve yakınınızda olduğunu anımsatmak için. Sitede yazdığı gibi otoparklara verdiğimiz, yada bahşiş olarak bıraktığımız paraları düşündüm. Bu minicik yürek için ayda sadece 10 - 20 ytl arası para ayırmak yeticek.
Son olarak, eğer kardeş seçmeye karar verirseniz, kardeşinizi seçmeden önce öğretmeni ile irtibata geçmenizi tavsiye ederim. Hayatın her yerinde olduğu gibi, şerefsizlerin buralarada girdiği, bazı yeşil sermayeler için sahte girişler gösterip bağışlar aldıklarını duydum. Dikkatli olun ve onu seçtikten sonra isminin siteden silindiğini de unutmayın.

03 Kasım 2007

metroda yalnız...


Bu akşam her zamanki Metro yolculuklarımdan birini yapmak için taksim 4. levent metrosundan aşağıya indim. Metro hazırdı, peron bomboşdu, inatla son vagona kadar yürüdüm. İçeride kimsenin olmadığının farkına oturunca vardım. MP3 Player’ım , kulağıma The Clash gönderiyodu. Should ı stay or go now. Kapı kapandı, içeride yalnızdım. Kulaklığımı çıkardım, şarkıyı bağırarak söylemeye başladım. Avazım çıktığı kadar bağırdım, bir ara ayağa kalktım dans ettim. Vagonlar Levent durağına girdiğinde yerime oturdum, kulaklığımı taktım. Iron and Wine, such great heights. İçeri girenler yüzümdeki gülümsemeyi görüp anlamsız baktılar. Onlar biraz önce olanları görmediler, duymadılar, yanlızlığın zevkini bilemediler...

28 Ekim 2007

ARKADAŞLARI GÖREVLENDİRDİM...


"Gece olmuştu. Çankaya'ya gitmek üzere Meclis binasını terk ederken koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşa'lara rastladım. Ali Fuat Paşa, Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede 'Bir Uğurlama ve Bir Karşılama' başlığı altında okumuştum. Henüz kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca akşam yemeğine gelmelerini, Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa aracılığıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa'yla Kazım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya'ya gittiğim zaman orada beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize milletvekili Fuat, Afyonkarahisar milletvekili Ruşen Eşref Bey'le karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum.Yemek sırasında 'Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz' dedim.Hazır bulunan arkadaşlar derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, nasıl hareket edileceği hakkında kısa bir program yaparak arkadaşları görevlendirdim. "
Mustafa Kemal ATATÜRK , Nutuk.
28 EKİM 1923 gecesi yaşananların bir kısmını Nutuk'ta böyle anlatıyor yüce önder.







24 Ekim 2007

GAZİ

Gazetede okuyorum, kahraman gazi düşmanla göğüs göğüse çarpıştı. Bayramım üçüncü günü okuduğum gazete geldi aklıma, parkta içki içen gazi ile abisi, polisin bayram günü içki içilmez uyarılarına üzerine birde bir kamyon dayak yiyip, üstüne abisi karakola götürülüp bide orda dayak yiyip, gazinin komutanının devreye girmesiyle serbest bırakıldıkları aklıma geldi. Bu tabii onların iddiası, dava açıldı , ama gazetede bütün vücudu darp olmuş resimleri vardı, ne olursa olsun dayak yedikleri kesin. Şimdi o gaziyi döven polis mi utansın,o adamı polis yapanlar mı utansın, onun yaptıkları için ben bu adamlar için mi gazi oldum diyen gazi mi utansın?
Bu ülkede gazi olursan ne olur onu düşündüm biraz, benim neslim televizyonda çanakkale gazilerinin içler acısı halini görerek büyüdü, parasızlıktan sokakta seyyar satıcılık yapan, üzerine astığı madalyaya sokaktan geçen kimsenin aldırış etmemesinden yakınır bir haldelerdi.O madalyayı satıp geçineneler bile vardı. Onlar o sokakta yürüsün diye çarpşmışlardı, hatta halk arasında söylenen " bunlar savaştan kaçmışlardır, savaşan insan savaş meydanında ölür" diye küstahca laflara göğüs germişlerdi.
Bizler yüce önder Atatürk ve silah arkadaşlarının, düşünce arkadaşlarının sayesinde bugün tam bağımsız !!!!!!! bir ülkeye sahibiz. Ama bu ükenin insanlarının bir kesimi onların dinsiz, imansız olduklarını dile getirdiler, getiriyolar. Ama yüce önder öncülüğünde o insanlar olmasaydı bu ülkede minare bulabilecekler miydi ? Düşünmüyolar, bilmiyolar, dinleri onlara "önce okumalarını " söylediği halde onlar, kulaktan kulağa laflarla, yobazların lafları ile yaşıyorlar. Malesef bu insanların temsilcileri şuan devletin zirvesinde, her yerinde. Tam bağımsız !!!!! ülkemi tam bağımsız !!!!! bir şekilde yönetiyolar.
Bu ülkenin diğer bir kesimi olan, devrimvci adı altında yaşayan insanlar. O kadar şanslılar ki aslında, bütün dünyanın gıpta ettiği, yabancı hiçbir devlet adamının önünde eğilmemiş, hepsine kafa tutmuş, ülkesi için savaşmış ateş hatlarında, koca bir saltanatı, halifeliği yıkmış, ortadan kaldırmış, giyimimizden, alfabemize, okullarımızdan, endüstrimize, çiftçimizden işçimize, hepsini iyi analiz etmiş ve döneminde sorunlara o yoklukta çözümler getirmiş... yazmakla bitmez. Ya düşünüyorum, bu dünyanın son yüzyıllarında daha büyük bir devrimci varmı ? Devrimi nerde arıyo bu insanlar, siyasi düşünceleri yüzünden Rusya'da Çin'de, Arabistan'da, Ameriaka'da... Dönde tarihini oku, devrim neye denir, devrimi kim yapmış bir araştır. Sizler Atatürk'ün ilkelerini şuan dört elle savunmaya başlasanız, işte o zaman devrimci olursunuz, çünkü devrim için mücadele verirsiniz, yapılan devrimleri ortadan kaldırmaya çalışan yobazlara karşı durursunuz.
Diğer bir kesim, para içinde yüzen , yada yüzmek için yaşayan, dünyadan bir haber kesim. Beni asıl üzen bu insanların yetiştirdiği kendi çocukları, o cin gibi çocuklar, bütün zekalarını hangi marka telefon kullansa, en pahalı ve en güzel çanta hangisi, hangi markayı giyse, hangi lokantada yese... Çünkü anne ve babalarının yansımaları onlar. Aralarında Türk olmaktan utananlar da vardır. Amerikan , İngiliz bayrağı altında yaşarlar, çünkü moderndirler!!! O bayrakları da kıyafetlerinde hatta iç çamaşırlarında gururla taşırlar. Aralarında ingilizce konuşurlar, çok modern çünkü. Şirketler mağazalar açarlar o dille. Bir bakın etrafınıza global şirketler dışında, Türkçe ismi olan kaç şirket, mağaza v.s. var. Tarih çok açık yazar, bir ülkeyi savaşarak yenemiyosan, içerden kültürünü ele geçirerek yen. Dili olmayan bir ülkenin kültüründen söz edilebilir mi?
Sonra bu insanlar bugün böyle yaşamlarına devam ederlerken, askerimiz, yada vatandaşımız çatışmada yada mayına basarak v.s. ölüyor. Ölenler şehit oluyor. Onlar için, aileleri için hak ettikleri kampanyalar düzenleniyor, bağışlar toplanıyor. Peki gazi olarak kalanları düşündüm sonra, onlar için neler yapılıyor diye. Memetçik Vakfı onlara yardım ediyor. Ben internet'den başka bir bilgiye ulaşamadım, ne kampanyaya ne başka birşeye. Mehmetcik Vakfı işde bu yüzden çok önemli diye bir kez daha düşündüm.
Bu ülke malesef şehit ve gazi vermeye devam ediyor. Keşke hepimiz şehit ve gazinin anlamının gerçekten idrakına varsak da, yarın birgün karşıma başı dik bir gazi çıktığında, onların önünde onlar kadar dik duramayacak olan benim yanımda , yukarıda yazdığım insanlarda dik duramasalar.

22 Ekim 2007

SİGUR ROS



Müzik başlar ve sadece boş bakarsınız. Aklınıza birçok şey gelir. Ama aslında onlar hiçbir şeydir. Müziğe kendiniz verdiğiniz zaman, bir nevi hipnotize olmuşsunuzdur. Aslında o anda kararlar alırsınız, müzik sizi gerçekte olmayı istediğiniz yere götürür. Sözleri anlamazsınız, zaten çoğu sözlerinin bir anlamı yoktur, ama dünyanın en güçlü müzik aletidir ya insan sesi, o sözler sizin düşündüklerinizi söyler, müzik sizi buna iter. Bu düşünceler sizin başarınız ve hayata bağlılığınız da olabilir, ölümde olabilir ve aslında bu grubu gözleri kapalı dinlemek bence çok tehlikelidir.




Ekşi sözlük’te uzunbinik nikli arkadaşın yazısı aşağıda. Bu yazıyı buraya koymak istedim, çünkü beytepe gurur duyduğum okulum, bahsi geçen otobüse defalarca bindim, o manzara benimde sigur ros sarkılarıma fon olmuşdu.

akşam ayazında beytepe namlı bozkır köyünden içi tıka basa dolu bir şekilde ayrılan öğrenci otobüsündesinizdir. donmuş ellerinizle o soğuk boruya tutunmaya çalışırken başınız otobüsün fren-gaz ikilisi eşliğinde bir o yana bir bu yana serbest salınıma geçer. dalmış gözlerle camdan dışarı baktığınızda gözünüze sadece çoktan batmış güneşin ufka bıraktığı o kızıllık ve birbirinden çatık suratlı binaların donuk florasan ışıkları takılır. sonra kulaklığınızdan hafif hafif sigur ros akar beyninize... o kara kuru-soğuk donuk görüntü müthiş bir fon olur şarkılara, sonra sonra sevmeye bile başlarsınız o sevimsiz görüntüyü. böyle sihirli bir müziktir işte sigur ros'unki.
Aynen katılıyorum...

kalleşler...

Dünden beri hiçbirşey yapmak gelmiyor içimden, sanki müzik dinlersem, film izlersem, televizyon da içinde eğlence olan birşey izlersem o gencecik kahramanlara ihanet edicekmişim gibi. İçimde ki ses "durmayın girin şuraya, başlayın girmeye bende geliyorum" dan başka birşey diil.

o kalleşlerin bu dünyada yeri yok, onlar kendilerine yurt arıyolar ya sanki yokmuş gibi, onların yurdu cehennem... nereye kadar kaçabilirler ki.

Girin şuraya, uluslararası yasada yeri var bu bir müdafa. girin oraya o barzaninin gırtlağına kadar. sıkın o gırtlağı ve diyin ki amerikaya al sana terörist, 11 eylülden beri bütün dünyada bunları arıyosun... sonra bide diyin aslında sen kendini arıyosun... korkmayın asın şu abdullah öcalan kalleşini...

yazamaıyorum sinirimden, biliyosunuz ama siz....

19 Ekim 2007

"Toprakla su, insanlar arasında eşit olarak paylaştırılırsa, bizimde kendi tarlamız olursa, biz de kendi tohumumuzu eker, kendi ekinimizi biçersek mutlu oluruz. insan için en büyük mutluluk budur. Çiftçi dediğin mutluluğu ekip biçtiğinde bulur. "

Savankul , Toprak Ana, Cengiz Aytmatov.

15 Ekim 2007

Bugünde uyandığınız için tebrik ederim...

“ Bugün dünyada geçirdiğimiz zamanla ilgili etraflıca düşündüm… Evet, oldukça fazla, ama bir o kadar önemsiz… Demek istediğim, eninde sonunda hepimiz öleceğiz. Önemli olan nasıl öleceğimiz. Bilemiyorum… Kafamda canlandırmaya çalışıyorum da… Son bir derin nefes… Ciğerlerini, patlayıncaya kadar havayla doldurursun… Kalbin sıkışıp, kan ılık ılık beynine doğru akmaya başlar… Başın döner, ateşin çıkar, elin ayağın boşalır… Her şey çok kısa bir anda oluverir… Ölüverirsin… Ne biliyim, belki de güzeldir… Hele bir de Allah’a inanıyorsan, cennet o anda gözlerinin önündeyse, ağlamayın diyemezsin, çünkü sen gülersin ama görmezler…”

10 Ekim 2007

Bugün bana Ankara'dan göründüler. Okuldayken odamda hep Radyo Odtü dinlerdim Hacettepeli olmaktan gurur duyan biri olarak.Bugün sabah işe geldim rutin olarak dinlediğim mp3'lerin yerine , hemde bir müzik kanalında çalışan biri olarak, istem dışı bir şekilde online olarak Radyo Odtü dinlemeye başladım. Hala aynı şarkılar ... Aynı programlar ve aynı dj sesleri.
Çalan şarkların çoğu bana Ankara'yı hatırlatıyor. Ankara, Hacettepe çok uzun bir konu benim için sonu yokmuş gibi, hiç girmeden Radyo Odtü ile sınırlı kalıp bitiriyorum bu mevzuyu. Akşam iş çıkışı Burcu Çetinkaya hanımefendi ile buluşuyoruz. Gündemde Ankara planları var. İstanbulun içine binlerce tüküren maganda'nın yanına o da, "bu şehrin içine tüküreyim "diyip gitmeyi düşünüyor, yada dönmeyi düşünüyor Şehr-i Ankarasına...

17 Eylül 2007

TEMİZLİK İMANDAN GELİNMELİ

Geçen hafta tatilden dönüyorum. Güneyden dönerken nadir yaptığım gündüz yolculuğu yapıyorum. Yolculuğum kitap okumakla ve dışarıyı seyretmekle geçiyor. Herzaman ki gibi yine sinirlerim bozuluyor.
Türkiye’nin neresine giderseniz gidin – en azından benim gittiğim yerlerde – karayolu kenarları çöp dolu, çöplük olarak kullanılır. Yol boyunca sanki düzenli olarak yerleştirilmiş gibi, pet şişeleri, gazete kağıtları, meyva suyu/kola kutuları, sigara izmaritleri, çimento artıkları, tuğlalar, piknik artıkları .... v.s. Neden mi çünkü ülkemde temizlik imandan gelir.
Bizler arabalarımızı çok temiz tutarız. Arabamızda bir şişe su içtiğimizde, su bitmiş ise göndeririz doğaya, biran önce bilmem kaç yılda dönüşümüne başlasın diye, yada daha fazla çöpçü işe alınsın, daha çok insan para kazansın diye. Çok düşünceliyizdir. Piknik yaparız artıklarını orda bırakırız, güzel el değmemiş!!! doğadaki hayvanlar yiyecek bulamıyordur, ordan yesinler diye.
Ülkemde arabaların içinde sigara pisliği göremezsiniz. Neden mi? Çünkü çok temiz bir milletiz. Sigara içerken camı açarız, duman düzenli bir şekilde dışarıya çıkabilsin diye, arabanın küllüğünü kullanmayız kokmasın diye pis pis, bütün küleri dışarı atarız, sonra sigaramız bitince sigaramız yanar bir şekilde sigarayı dışarı atarız. Neden mi ? Çünkü arabanın içinin temiz olması gerekli, bizler temiz bir milletiz, Temizlik imandan gelir. Sonra huzurlu bir şekilde temiz temiz evimize gidip açarız haberleri ve izleri sigaradan çıkan orman yangını haberlerini, sonra basarız küfürü bunu yapanlara.
Minibüse binersin şoför bey minibüs’ü ağzına kadar doldurur. Sonra da umursamadan bir sigara yakar. Muhtamelen bu ağzına kadar doldurduğu minibüsle kazandığı paraların verdiği zevkle içilen bir orgazm sigarası. Umursamadan içer yine külleri dışarı ata ata. Ama dikkat ederler dumanın içeri girmemesine. Yolcular rahatsız olabilir. Aralarında astım astası filan olabilir . Çok düşüncelidirler. Temiz temiz içeri duman vermeden, yolculara saygıyla içerler sigaralarını. Neden ? Çünkü temizlik imandan gelir.
Bir de deniz yolculuğu yapın.Bakın denizin üstüne yukarda sayılan o maddelerin yanında birde karada pek dikkat cekmeyen ot, saman gibi şeyler vardır. Çimento ve tuğlaları göremezsiniz ama. Onlar denizin dibindelerdir çünkü. Siz hatta bunları izlerken yukarıdan atılan onlarca sigara izmariti denizdeki yerini alır. Boş pet sularını da işlevleri yerine geldin diye denize atılır. Sonra eve gider havuzdan çıkmış balıkları temiz temiz yeriz. Neden mi ? Evet, temizlik imandan gelir.
Sonra bu insanlar bir bayanın göğüs çatalını gördükleri için hemen gidip abdest alırlar. İbadet edicekler çünkü. Abdestlerini o göğüs çatalı bozdu. Hemen abdest alınmalı, temizlik imandan gelinmeli.

16 Eylül 2007

EVDEKİ YARASA


Evde yalnız kaldığım gecelerden birini yaşıyordum geçenlerde. Saat 12 gibi yattım. Bir ses ile uyandım anlam veremediğim, sonra kanat sesine benzettim, kafamı kaldırdığımda tepemde bir yarasanın uçtuğunu gördüm. Ufak bir şaşkınlıktan sonra kendimi odanın dışına attım. Biraz düşünüp, aklım yerine geldikten sonra, odanın kapısını biraz araladım, uçuyordu hala. Işığı açtım. Açar açmaz yarasa kendini tana duvara vurmaya başladı. Bu hayvanın buradan nasıl çıkacağını düşünürken, önce camı açmam gerektiğine karar verdim, evet çok zekiyim. Gözümü karartıp odaya girdim ve camı açtım. Daha sonra gittim başka bir odada yattım. Sabah işe giderken bi göz attım, gözükmüyordu ama yinede camı açık bıraktım. Akşam geldiğimde odayı iyice aradım taradım yoktu.
İnternetten biraz araştırınca bu durumun aslında sık sık karşılaşılan bir durum olduğunu anladım.
Belki sizinde başınıza gelir, yapılması gereken birkaç şeyi yazayım.
En mantıklısı benim yaptığım gibi pencereyi açık bırakıp olay mahallini terk etmek olarak gözüküyor. Yarasa aklı başına geldiğinde çıkacaktır odadan.
Üzerine pike gibi bir örtü atarak yakalayıp dışarı atabilirsiniz. Buda mantıklı gözüküyor.
Evde evcil hayvanınız varsa odaya onu da kapatıp onları baş başa bırakabilirsiniz, fakat yarasaların % 50 ‘sinin kuduz olduklarını aklınızdan çıkarmayın.
Hayvanı öldürmeye çalışmayın, çünkü yapamazsınız. Tenis raketiyle vursanız aynen size geri gelirmiş. Sprey sıksanız hayvan zaten kör.
Bide son bir uyarı, evdeyken illa uçması gerekmiyor, bir yere konduğunda siyah bir yumru gibi oluyor ve pek fark edilmiyor.

25 Ağustos 2007

26 MAYIS 1993 GUN'S ROSES


Çalan şarkılar size bazen geçmişi, anılarınızı hatırlatır. Onlardan birini yaşıyorum rasgele sıraladığım mp3’ler bilgisayarımda çalarken. Önce Gun’s Roses çaldı- I used to loved her. Daha sonra Soul Asylum-Runaway Train. Bana hatırlattıkları şey ise bir konser. Hem de eski bir konser. Sene 1993. Ahmet San’a saygılar. Türkiye’de stadyum konserleri kavramı oluşmuş. İnönü stadı bu göreve sanki dünden hazır. Stadyum konserlerinin ikincisi yapılacak 26 Mayıs 1993 günü, Gun’s Roses konseri. Use Your İllisions turnesi dahilinde olan bir konser, yani Gun’s Roses’ın tam güç meydanlarda olduğu zamanlar. Şuan nerdeyse her hafta sonu yapılan festivaller, konserler düşünüldüğünde o zamanlar için gayet acemiyiz tabi. Sene 1993 yani bendeniz 15 yaşımda oluyorum.
Anneme aylarca konsere gitmek için yalvardığımı hatırlıyorum, 15 yaşında bir erkek evladı olarak izni nasıl kopardığımı, hatta konsere kiminle gittiğimi, yanımda kimin olduğunu şuan da hatırlamıyorum. Queen dinleyerek büyüyen biri olarak o yaşımda Brain May’i alt grup olarak izleyeceğim için gerçekten çok heyecanlı olduğumu hatırlıyorum. Diğer bir alt grubunda Soul Asylum olduğu yazıyordu bilette. Grup hakkında hiçbir fikrim yoktu o zamanlar. İnternetim yoktu J pek araştırma yapamadım. Zaten çıkmadı sahneye Soul Asylum. Daha sonraları şuan da hala dinlediğim Runaway Train şarkılarını dinleyince içimde hala bi uhde olarak kalmışdır, keşke çıksalardı da bilmeden de izleyebilseydik diye.
15 yaşında bir çocuk olarak konser için dışarıda beklerken- ki o yıllara genelde Metin Ali Feyyaz’ı izlemek için beklerdim o stada J - konseri düzenleyen adamcağıza, yani Ahmet San’a o zaman ki benden büyük sayın rock’çı ağabeylerimin neden İbne Ahmet San diye bağırdıklarını hiç çözemedim J. Sanki evde ne güzel oturuyorduk, getirme böyle pislikleri de zamanımızı buralarda harcamayalım mı demek istiyorlardı, anlayamadım hiçbir zaman.
Gerçekten böyle organizasyonlara yabancı bir topluluk olarak ordayken, itiş kakış küfürler içinde o konser alanına girebilmeyi başarı olarak görüyorum.
Ama içerisi bambaşkaydı. Girdiğimde ilk düşündüğümün yine futbol ile alakalı olduğunu hatırlıyorum. Tribündeki herkesi tek tek yüzlerini görebiliyordum. Buda maçlarda futbolculara küfreden seyircileri futbolcuların direk görmesi demekti. Nedense o yaş da bu çok garibime gitmişdi.
Konser alanında ise her şey çok farklıydı. Herkes sanki arkadaşım gibiydi J Konserin baslamasını yerde oturarak beklediğimi hatırlıyorum . Beklerken sürekli AC//DC çaldığını hoparlörlerden hatırlıyorum. She’s got the Jack şarkısıda bana hep bu anı hatırlatır.
Brain May sahneye kafasında fes ile çıkmışdı. Sevmemişdim bunu ama en öndeydim. Onu birkaç metre uzaktan görüyordum, gitar çalışını izliyodum. Bu çok şey demekti, tarif edilemezdi, ki birazdan aynı yerden Slash’in gitar çalışını izleycektim.
Brain May sonrası bir 2 saatlik gecikme ve protesto ile gecmişdi. Axl’ın bir çığlığı ise hepsini silmişdi. Konser anından pek bir şey hatırlamıyorum aslında. Axl’ın o gece çok asabi olduğunu hatırlıyorum, bu çok yazılıp çizildi zaten. Konseri iki kere maytap atılması sebebiyle kestiğini hatırlıyorum. Başkada bişi hatırlamıyorum şuanJ Ama ordaydım işde. Birçok yaşıtım evde iken ben ordaydım.

Anne seni seviyorum J .

23 Ağustos 2007

GELECEĞE GİDİŞ

Bugün okuduğum yazıların aksine milli takımımızı çok beğendim. Çünkü sahada ki takıma baktığım zaman İbrahim Üzülmezi çıkartıp yerine Volkan'ı koyduğunuzda karşımıza yaş ortalaması 24 olan bir takım çıkıyor. Bence kendisine pek ısınamadığım fakat futbol felsefesini herzaman çok beğendiğim Fatih Terim gerçekten geleceğin takımını kurmuş durumda. Bu takıma forvete iyi durumdaki bir Halil Altıntop'u, orta sahanın her yerinde kullanabileceği Serdar Kurtuluş'u monte ettiğinizde, ileriye dönük iyi bir takım olucağı bence hiç şüphesiz. Artık çağımızın modern futbolu mükemmel bir 10 numara ile oynama sevdası yerine, orta sahanın ortasında gerektiğinde ileriye, gerektiğinde geriye çok rahat bir şekilde dönüp pres yapabilen futbolcularla oynanıyor. Ben dün gördüğüm kadarıyla Fatih Terim bunu çok iyi görmüş ve uygulamaya çalışıyor. Emre Belezoğlu ve Hamit Altıntop bu sistem için çok iyi seçimler, ki ilerleyen zamanlarda değişik alternatiflerinde olabileceği şüphesiz.

2010 yılındaki Dünya şampiyonsaında bu oyuncuların olacağı düşünülürse sistemin oturması için iyi bir prova olduğunu düşünüyorum dün akşam ki maçın. Hazırlık maçlarının kaybedilmesi o kadar önemli diil, rakip de bizim takımımız gibi yeni oluşumlar içinde ve gençlerle oynayan Romanya olunca yapılan ufak hatalardan malubiyetin gelmesi doğal. Romanya futbolunun da hızla bir yükseliş içinde olduğunuda unutmamak gerekir. Önümüzde ki sene avrupa kupalarında 7 takımla temsil edilecekler ve bu sayı Almanya'nın bile önünde.

Ben vasat futbolumuzdan öte, bunları düşünerek mutlu oldum. Ben bu kadronun Dünya Şampiyonasında çok iyi derece alacağı düşüncesindeyim. Umarım Fatih Terim İsviçre maçında gördüğümüz gibi, gergin ortamlarda savaş boyalarını sürmez, takımı olumsuz yönde etkilemez.

22 Ağustos 2007

DASK NE ? DEPREMİ ?

Bundan iki ay kadar önce iş çıkışı servise doğru yürürken, yanımdaki deli arkadaşım köşe başındaki gazete bayiinin önünde durdu ve anlamsızca, DASK NE diye sordu. Adamcağız da geçirdiği hafif şoku atlatarak deprem sigortası diye geçiştirdi. Biz o gün aslında gazetecinin verdiği cevaptan çok, sorulan soruya, bi anda sorulan soruya ve adamın afallamasına güldük, güldük, güldük... Birbirimize DASK NE diye durup dururken sorular sormaya başladık. Geyiğin nerden geliceği belli olmuyor. Ama komik olanın bir gazete bayisinde deprem sigortası yaptırılması olduğunu o zaman düşünemedik. Aslında DASK kısaltmasının aslının Doğal Afet Sigortaları Kurumu olduğunu da bugün öğrendim. Yani depremi olduğu kadar diğer doğal afetleride sigortalamak için kurulmuş bir kurum. Belki bunu sizler çoktan biliyordunuz, benim gerçekten cahilliğim olabilir. Ama şu anda asıl kafayı taktığım bunun nasıl bir gazete bayiğinde verilebildiği.

17 Ağustos 1999 tarihi ülkemizin cumhuriyet tarihi için belki de en büyük-bence hiç şüphesiz- doğal afetini hatırlatır. Asla hiç unutmamamız gereken bir tarihi. 16 ağustos günü haberleri izliyorum, İstanbulda yapılan deprem araştırmalarından bahsediyor, reportaj veren uzman hem yerel belediyelerin hemde büyükşehir belediyesinin yapılan araştırmalara ilgisizliğinden, hatta önlerine çıkarttıkları bürokratik engellemelerden bahsediyor. Ertesi gün yani 17 Ağustos günü haberleri izliyorum. Baktığım kanalların neredeyse hepsinde deprem günü veya sonraki birkaç gün boyunca enkaz altından çıkmış, ama şimdi hayatlarına devam eden insanlarımızdan bahsediyolar, izleyen herkesin gözlerinin dolmasını sağlayacak kısa filmler hazırlamışlar. Duygulanmamak elde diil. Kimisi bacagını kaybetmiş, engelli basketbol takımında girmiş, milli takıma yükselmiş, bütün ailesini deprem günü kaybeden şuan 12 yaşında olan bir kız deprem hakkında çok önemli bilgiler veriyor, deprem bölgelerindeki evlerin 3 katı geçmemesini istiyor... Her kanalda mevcut gerçek öyküler. O gün 17 Ağustos olduğu için gözümüzün içine sokuluyor. O kadar eminim ki ertesi gün hepsinin bir sonraki seneye kadar unutulcağından. O kadar hızlı yaşayan bir toplumuz ki, hemen unutuyoruz.

İnternetten biraz araştırma yaptığınızda karşınıza, büyük Marmara depreminin beklendiği ve bunun İstanbul kaynaklı olacağı, önümüzde ki 25 yıllık süreçte kesin olarak gerçekleşeceğini öğrenebilirsiniz. Apaçık olan bir geçek önümüzde duruyor. Biraz daha araştırmayı derinleştirince apaçık önümüzde duran depremin vereceği hasarları, felaketleri azaltmak için yapılan çalışmaların , projelerin önünde bürokrasinin durduğunu görüyorsunuz.

Sadece yönetenlerin diil, muhalefettekilerin bile tüzüklerinde çevre ile ilgili, imzalanmayan Kyoto protokolüne ait tek bir satır bile yokken, Ege bölgesi alev alev yanarken, bu yangınları ağzına bile almayan bir meclis, bu yangınlardaki düzenbazlığı herzaman yazana ülkeden gitmesini söyleyen bir başbakan, o başbakana oy veren akıllılar, aynı akıllıların oy verdiği Ankara belediye başkanının su sorununa aldığı mütiş önlemler, geçtiği heryerde ki balıkları öldüren bir suyu Ankaraya doğru yola çıkarması, Allah böyle istedi diye suçuna neyi ortak ettiğini bilmemesi, kafayı başörtüsüyle bozmuş insanlar, başlarını yıkayacak su bulamayıca ne yapacaklar çok merak içindeyim... Şimdi düşününce bu insanları... Hangi deprem, ne önlemi ???

Boğaziçi Üniversitesi Deprem Araştırmaları başkanı sayın profosör 17 Ağustos akşamı açık açık anlattı NTV Ana haber bülteninde , yeni yapılan evlerin sağlam olduğunu ama eski binaların yarısından fazlasının sağlam olmadığını, deprem onarım ve bakımlarının yapılmadığını çünkü ev sahiplerinin başvurularda bulunmadıklarını anlattı. Sadece bunlardan diil deprem sonrası tusunami olacağından -evet ufacık Marmara denizin de olabiliyor-, büyük yangınların çıkacağından ve malesef elektrik trafolarının çok eski olmasından dolayı şehrin tamamına yakının elektriklerinin kesileceğinden, nerdeyse şehrin tamamında ana yollarda yol çalışmalarının olduğundan ve ulaşımın çok zor olduğundan v.b. gibi birçok olumsuzluklardan bahsetti. Şimdi aklıma geleni buraya yazmıyım ama ya olursa?

Benim cahil kafam bundan birkaç saat öncesinde DASK denen şeyin anlamını bilmiyordu. O gastecide yazan DASK YAPILIR yazısı işde bu noktada o kadar önemli ki. AAA bak burda DASK yapılıyomuş, hadi bizde yaptıralım, deprem konusunda biraz daha bilinçlenelim, depremden korkmayalım, ama onunla yaşamayı öğrenelim, önlemlerimizi alalım, 17 Ağustos günü kaybettiğimiz 15.756 kişyi unutmayalım. Onları senede bir gün diil, sürekli hatırlayalım, bir daha böyle acı kayıplar vermeyelim. Ben artık bunlarla yaşıyorum. Hepimizin bu konuda bilinçlenmesi gerektiğini ve kendimizi eğitmemiz gerektiğini düşünüyorum.Son olarak http://www.dask.gov.tr/

17 Ağustos 2007


sokakta giderken, kendi kendime

gülümsediğimin farkına vardığım zaman
beni deli zannediceklerini düşünüp

gülümsüyorum

14 Ağustos 2007

YAZACAĞIM

--Zamanım yok yazı yazmaya...
--bırak len bu ayakları, yazan nasıl yazıyo? Sen şuna yazamıyorum demiyosunda :)
--Konuşme len...
--Konuşmuyorum, yazıyorum.
--Polemik yapma!!! Yazıyorum işde kiralıyorum burayı beleşe, yazıcam, pardon yazıcağım, hatta yazacağım.
--Kolay gelsin.
--Tamam....

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...