25 Kasım 2008

Bu günlerde “Yaveri Atatürk’ü anlatıyor” adlı kitabı okuyorum. Atatürk’ün ve bazı silah arkadaşlarının Salih Bozok’a gönderdikleri mektuplarda var kitabın içinde. Konuların fazla deteyına girmeden, Mustafa Kemak Atatürk’ün Salih Bozok’a Sofya Ateşemisi iken yazdığı bir mektubun sonunu yazmak istedim buraya. Fransızca yazmış Atatürk, ben çevirisini yazıyorum.

Hayat kısa
Biraz hayal
Biraz aşk
Ve sonra merhaba


Hayat boş
Biraz öfke
Biraz umut
Ve sonra hoş cakal

Salih, bunları ezberle. Ve sen hayatı nasıl anladınsa ona göre bunlardan birini benimse.

Salih Bozok değilde hepimize bir nasihat gibi...

18 Ekim 2008

HAYAL YAZI

Dünyamda en nefret ettiğim meslek grubu bankacılar, sigortacılar v.s. Bence en korkulası meslek çalışanları ise reklamcılar. Bu dünyayı reklamcılar döndürüyor. Siyasetten spora, sanattan modaya, hatta bilime bile reklamcılar yön veriyor, onlar bize bir şeyi güzel gösteriyorlar, bizde onun peşinden koşuyoruz.
Son zamanda da tv de gördüğüm bir reklam bana o nefret ettiğim meslek grubunun bir ürününü güzel göstermeye çalışıyor. Hangi bankanın reklamı olduğunu inanın hala bilmiyorum ama o reklamı yapan reklamcının sorduğu soruyu duyduğum an kal geliyor.
Hayallerimden ne zaman vazgeçtim? Ne zaman vazgeçtin Taylan Dündar? Hayallerin neydi? Hatırlıyor musun?
Hayallerimi gerçekleştirmek için o kredi kartını almam gerektiğini söyleyen o reklamcı siktirsin gitsin de, sorduğu sorunun cevabında tıkandığım içinde buyursun soframa konuk olsun.
İbrahim Tatlıses’ten şans eseri ‘hayallerde gerçekler kadar güzeldir’ cümlesini duyduğumun üzerinden kaç sene geçti bilmiyorum ama gerçekler bazen hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor. Zaman hayallere son veriyor, doğru. Zaman, mekan… Hayatının devamı için aldığın kararlar hayallerin içinde kararlar demek. Aldığın her ciddi karar bir hayalinin sonu demek beklide. Evet! İşte Ajanın kararsız kafası bu olsa gerek. Belki budur önümde duran iki şıkta bile saatlerce kararsız kalmam, düşünmem. Her seçmediğim seçenek belki de bir hayalimi silmem demek.
O klişe laf var ya, hayat bir oyun, hepimizde birer oyuncuyuz… O kadar doğru ki aslında. Bu oyundan zevk almak gerek. Bunun bir oyun olduğunu anlamak ve kaderin (ben kader diyorum, siz şans diyin, tesadüf diyin, hangisini seviyorsanız onu diyin) tadına varmak o kadar güzel ki. Her tebessüm sanki bir artı puanmış gibi geliyor bu oyunda. Oyunun tadına o an varıyorum.
Sahi ey reklamcı! Neydi ki benim hayalim. Rock yıldızı olmak mı, yoksa elimde tenis raketi aynanın karşısında kendini rock yıldızı olarak görmek mi? Demek istediğim şu. Rock yıldızı olsaydım mutlu mu olacaktım hayalim gerçekleşti diye? Yoksa aynı aynanın karşınsıda yüzümün yansımasına tükürüp ağlayacak mıydım? Hayalinin gerçekleşmesi hayalin anlamını o an orda bitirir. Kerem Aslı ya kavuştu, Ferhat ta Şirine. Peki sonra ne oldu yahu? Biri de bana onu anlatsın.

29 Eylül 2008

HEATH LEDGER


Uzun zamandır arşivimde duran ama fırsat bulup da izleyemediğim bir filmdi Candy. Bu akşam nihayet izledim. Bu yazıyı da ondan yazıyorum. Uyuşturucu filmlerinin konusu genelde birbirine benzer. Pek de konu yoktur zaten. Tek slogan. “uyuşturucudan uzak durun!” bunu olabildiğine etkileyici anlatan, diğerlerinden daha başarılı. Requem for a dream, Transpoting hatta Ahu Tuğbalı, Nuri Alço’lu, Tarık Akan’lı Hülya Avşar’lı “Asi Gençlik” filmleri… Hepsinin mesajı aynı. Olmak da zorunda. Candy’nin mesajı da aynı. Ama aynı zamanda iyi de bir dram filmi Candy. Benim gözümde kesinlikle vasat değil. Özellikle Dan rolünde ki Heath Ledger’in muhtaşem oyunculuğu için izlenir. Heath Ledger diyince de bir şeyler daha yazmak gerekir.
“Heath Ledger evinde ölü bulundu”. Haberi hatırlıyorum ama adamı o zamanlar pek bir yere koyamamıştım. Tanımıyordum . İlgimi çeken bir gazete haberi olarak hafızanın gereksiz bilgiler lopuna atmıştım.
İlgiyle beklediğim Batman serisinin son filmi Dark Knight’ın tanıtımlarında, her haber oluşunda “Joker’i canlandıran Heath Ledger’in artık hayatta olmamasıyla daha da trajik bir hal alan film” cümlesini duymaktan gına gelse de, hafızamda ki gereksiz bilgiye bir anlam yüklenmişti artık.
İshemigho San’la filme gittik ve Joker’in, yani Heath Ledger’i Dark Knight da ki müthiş oyunculuğunu gözümüzü kırpmadan izledik. Bu benim izlediğim oyunculuklar içerisinde en iyilerindendi. Ama işte gerçekten trajedi ki, o artık bu dünyada yok.
Bu oyunculuk onu şüphesiz efsane yapacak. Erken ölenlerin erken ve daha da abartılarak efsaneleşmesine son örnek olacak.

19 Eylül 2008

SÜNGER BOB BEYNİ KULLANIYORUM

Sevdiğim bi arkadaşımın dediğine göre bende sünger bob beyni varmış. işte bun agerçek mutluluk derim ben... :))



17 Eylül 2008

DİDEM EROL


Bu aralar pek yazamıyorum, ne vaktim oluyor birşeyler yazmaya ne de gücüm...

Ama bu sabah bana kahkahalar attıran ve yeni keşfettiğim bir bayan hakkında, ondan alıntılar yaparak blogu doldurmak istedim. Didem Erol'dan alıntılar...


Didem Erol, katıldığı " Orada Neler Oluyor" programında yine ilginç açıklamalar yaptı:-Buraya diğerleri gibi popo üzerinde oturarak değil, popomu yırtarak geldim. Kıskanmayın ne olur Hollywood’a gidin, Morgan Freeman ve Oliver Stone sizinde olur. -Kimse bilmiyor ama Kevin Costner İstanbul’a geldiğinde onunla odasında sabahladım. Çok güzel zaman geçirdik. Sosyetik kadınlar kapıda beklerken ben içerdeydim. Reklam yapmak isteseydim o ortamın fotoğrafını çekip basına verirdim. -Buradaki gerçek sanatçılar (Haluk Bilginer, Halül Ergün vb.) soyunup poz verdiğim için beni dışlıyor. Halbu ki ne Oliver nede Tarantino bana bunu yapmıyor. Onlarla oturup Shakespeare konuşuyorum. Bana ‘ bırak Türkiye’yi gel, sen oraya fazlasın’ diyorlar. ‘Ben öpüşüp sevişmeyene oyuncu demem. Melih Ekener’de karısından korktuğunu söyleyerek rol gereği benimle öpüşmedi. Filmdeki en büyük hata buydu.


'üç yıldır yurtdışındaydım. bir yıl los angeles'ta kaldım. sinema oyunculuğu ve modellik yaptım. discovery channel'a bir belgesel çektim. oscar'a aday gösterilen tom sizemore benim erkek arkadaşımdı. oliver stone'la çok iyi arkadaş olduk. en son halle berry'nin menajeri benimle çalışmak istedi. anlaşmayı tam imzalıyordum ki bir ingiliz'e aşık oldum, evlenme teklif edince londra'ya gittim. tiyatroda oyun sergiledim, festivallere katıldım...'


alkollü araç kullandığı için ehliyetine el konulan didem erol "ben yurtdışında doğdum. bu uygulamayı ilk kez burada gördüm" demiş...



Ben ABD’deyken bir Hollywood partisine katılmıştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde çok yoruldum ve bir kenara oturdum. Tarantino yanıma gelip ‘Neden dans etmiyorsun?’ diye sordu. Ben de uzun süre ayakta kaldığımı ve ayaklarımın ağrıdığını söyledim. Beni hemen kucağına alıp, ayak masajı yapmaya başladı. Meğer adamın ayak fetişsti olduğunu tüm dünya biliyormuş, bir ben bilmiyormuşum. Ayaklarımı görünce şeker görmüş minik çocuk gibi sevindi. İşte aşkımız bu partiyle başladı.


Öncelikle Quentin (Tarantino) ile olan ilişkimde bir takım medyanın tutumu beni uzdü. Ben Londra'da tiyatro eğitimi görmüş, aslı Avustralya'lı ve yıllarca Los Angeles ve Londra'da yaşamış biriyim. Dünyanın her yanında pek çok ünlü film yıldızı, şarkıcı ve yönetmen tanırım. Paris Hilton'la da tanışıklığım var.

27 Ağustos 2008

İSHEMİYO SAN'A

it might not be the right time
i might not be the right one
but there's something about us i want to say
cause there's something between us anyway

i might not be the right one
it might not be the right time
but there's something about us i've got to do
some kind of secret i will share with you

i need you more than anything in my life
i want you more than anything in my life
i'll miss you more than anyone in my life
i love you more than anyone in my life

26 Ağustos 2008

Bana gelirken bir dilli kaşarlı, bir büftekli kaşarlı ama bol soslu olsun, yanına da bir balyoz alır mısın?

06 Ağustos 2008

AĞDALI SURAT

Ege bölgesinin daha pek de keşfedilmemiş ve buna sevindiğim sahil kasabalarından birindeydim hafta sonu. İsmi lazım değil bu kasabanın ismi lazım olmayan bir berber dükkanına sadece 'enseyi aldırmak' olarak tabir deilen hadiseyi yaptırmak için girdim. Yoldan geçerken girdim, berberi görünce ensemin biraz uzadığını farkederek girdim. Fazla vaktim de yoktu ama ense traşı ne kadar sürebilirki? Bilenler bilir, berber bey makineyi alır, ensedeki yabancı kılları alır. 2 dakika süren operasyondan sonra yolumuza devam ederiz. Bu kadar.
Amma Velakin, aşırı dozda ege rahatlığı yedim hafta sonu. Benim girdiğim berber önce beni koltuğa oturttu, 'sadece ensemi aldıracam!' dememe rağmen makasla ense bölgesini almaya başladı, iyi dedik güzel bir şekil verecek , düzeltecek heralde dedik sesimizi çıkarmadık, daha sonra makineyle ensemi aldı. Herşey normal gidiyor, ben bu arada hayatımı anlatıyorum, Nerelisin?, Ne iş yapıyorsun?, Burda ne işin var?, gibi sorulara gülümsemeyle cevap verirken aniden berber koltuğunun baş desteğini çıkardı ve başımı oraya yasladı. Bilenler bunuda bilir ki bu haraket ya traş olacağın yada başına masaj yapılacağı anlamına gelir. Yani ben öyle biliyormuşum. Traş da olmayacağıma göre ben masaj hevesi ile gözlerimi kapattım, kapatmaz olaydım. Adam suratıma ağdayı yapıştırdı. Çekti. Yapıştırdı. Çekti. Yapıştırdı. Çekti. Suratımdaki ona göre ne kadar sakal dışı tüy varsa hepsini yok etti. Bense olayın şoku içinde gözlerimden fışkıran yaşları silerken, berberin bütün vücudu ağda yapmak için atağa geçmeden ‘borcum ne kadar?’ diye sorup, bizimkilere doğru koştum.
Suratım kıp kırmızı, gözler yaşlı. Tabi durumu anlatmakta zorlandık ama anlattık işte, şimdide size anlatıyoruz. Sonuçta çıkarıyoruz. Ege insanı aşırı rahattır. Sizin iyiliğiniz için sizin yerinize karar verir ama size söylemez, vakit kavramı yoktur, her işe halleder. Ama ne zaman?

28 Temmuz 2008

UNUTACAZ

Hangi insanoğlu bu kadar acımasız olabilir. Bunu yapan, bunu yaptıran, ben bu satırları yazarken ekran başında kahkahalar atarak görüntüleri izliyor ve bundan zevk alıyor olabilir mi? Nasıl bir beyin bu kadar karanlık olabilir? Böyle bir şeyi yapmak neyi amaçlar? Bundan bir insanoğlu nasıl mutluluk duyar?
Ya bizler… yani “iyiler?”. Bu yaşanan terör saldırısının, yarından sonra haberlerde ki sırası gittikçe arkalara düşecek. 1 hafta sonrada adı anılmaz olacak.
Unutulacak. Unutacağız.
O bir hafta içinde herkes birlik olacak, birleşme çağrıları yapılacak ( şimdi kavganın sırası değil, birleşmenin sırası denilecek ), suçlular aranacak, suçu PKK mı, El-kaide mi üstlenecek diye bekleyecek birileri, herhangi bir örgüt üstlenecek, suçlu bulunacak ve rahatlayacaklar, George Bush o sırada eline verilen kınama mesajını imzalayacak ve kendi terörünü kınayacak…
Ve bakın göreceksiniz “ilk patlamadan sonra geçen en az 8 dakika boyunca, çevresinde bir sürü hastane ve karakol olan bir yere neden ambulans ve polis gitmez, önlemler alınmaz?” sorusunu bana ve sizlere unutturacaklar.
Kalbim sıkışıyor, içim yanıyor. Orada benim yada bir yakınımın olabileceği düşüncesi içimi parçalıyor. Orada ölenler belki de yaralılara yardıma koşan insanlardı.
Bugün gülmek ağrıma gidiyor…

26 Temmuz 2008

30 YAŞ

Arnavutköy Anaokulu. Hayata dair belki bilinçli olarak ilk hatırladığım, etkilendiğim yer. Ranzada yatıyorum ve ranzanın üst katındayım. Yatağımın yanında bir pencere var, ben her öğlen uykusunda karşıdaki (zannediyorum çilek tarlası) tarla ve tarlanın üzerindeki eski wolsvagen minibüse bakarak uykuya dalıyorum. Hayata dair hatırladığım ilk şey bu. Bir resim gibi, ne o anaokulunun içini, ne öğretmenleri, ne oraya nasıl gidip geldiğimi, ne içerideki çocukları nede içerideki oyuncakları hatırlıyorum. Hatırladığım tek şey bir resim gibi beynime işleyen bu sahne.
Geride bıraktığım 30 kocaman yılda, zaman o resimdeki saflığı alıp gitmiş. Bir psikolog benle beraber inse çocukluğuma,hayata dair karşılaştığı ilk şey, bir çilek tarlasının üzerindeki wolsvagen çıkınca, beklide sil baştan başa dönecek, anlamsız olan şeylerin ufak anlamlarının yarattığı büyük gücü anlamayarak.
Anlamayacak, karşısında bir ansiklopedi bulacak ve onu bende açıklayamayacağım.
30 ciltlik bir ansiklopediyi tek bir cümle ile anlatamayacağım. Beklide bu yazıyı okuyan herkes o cümlenin en önemli özneleri…
Gülün , hep gülün, bu hep akılda kalır, bu hep tebessüm yaratır…
Öznenin ben/biz olduğu cümleleri hep gülümseyerek kurun…

SAÇMALIK TAMAMLAYICISI

Balık baştan kokar ne güzel bir atasözüdür. Hayatın başından başlar bu balık kokmaya. Hayatına öğrendiklerin yön verir. Öğreticiler ise çok önemlidir. Ailene bakarsın önce. Büyük zevkle sigara içen ailene özenirsin, sigara hayatın bir parçasıdır, tıpkı alkol gibi. Evinizde bar olarak tabir edilen bir yer oluşturulur, evin en özen gösterilen yerlerindendir. Şişe şişe güzel görünümlü, göz alıcı alkoller dizilir. Onlara bakarak büyürsün. Buzdolabını her açıp suya uzandığında yanında bir de rakı görürsün. Büyürsün hızla. Liseye adım atarsın, vücudun şekillenir, bir bok zannedesin kendini. Sigara içenlerin dedikleri hiç bir şeyi dikkate almasın, sen kendi sigaranı içersin. Onların sigarası senin için zararlıdır, kendi sigaran ise özgürlüğünün kanıtı, başkaldırışının, yeni arkadaşlıklarının ilk adımlarındandır. Bir anda en iyi arkadaşların en gizli yerlerde, en maceralı sigara içtiğin arkadaşların olur. O sigara dostlarının arkadaşlıkları, ilk deneyimlerin anlatıldığı dostluklara dönüşür. Hayatın ilk deneyimleridir bunlar, tecrübeyi sana arkadaşlarının muhabbetleri sağlar. Ders çalışmayı daha fazla özgürlük için önemsersin, üniversite belki bağımsız bir şehir demektir senin için.
“İlk sigarayı içen ilk insanlar” seni uyuyor bilirler, ama sen son sigarayı yakıp bardan içeri girersin, sahnedeki homoseksüel, adına “rock” denen müziği çığırır, sende o müziği her zaman yanlış anlarsın, rock müzik seni günaha çağırır. Bardan aldığın içkin boş olan elini doldurur. Yüzünü sahneye dönersin ve başlarsın homoseksüelcilik oynayanı izlemeye. Şarkıyı bilirsin, sende başlarsın söylemeye yanındaki arkadaşlarınla. Sahnedekinden daha homo arkadaşların mutlaka vardır, onlar hep senden daha çok bağırırlar. Görüntüler aynıdır, benzer giyinirler, o sıralar pek ilgilenmezsin ne konuştuklarına, ne anlattıklarına ne düşündüklerine, hepsi aynıdır, aynı tarz ayakkabı, aynı tip pantolon… oysaki barın ortasında duran takım elbiseli adamın asıl ilginç olan olduğunun o an farkına varamazsın, itici bir gözle bakarsın, bir an önce siktirip gitmesini istersin.
Gün gelir beş birayı işemeden içebilirsin. Bununla övünürsün. Ağızla içmeyi bırakırsın. Sonrasını zaten anlamazsın, hatırlamazsın.
Andy Warhol kamerayı koyar, sen önünde oynamaya devam edersin, kendi senaryonu kendin, yazmadan oynarsın.
Gün geçtikçe yalnız kalmaya başlarsın, bunu istersin de, bundan zevkte alırsın.
Sonra bir gün yere uzanırsın, yüzünü tavana dikersin, sağ elinde hiç bitmeyen şarap şişen, sol elinde hiç bitmeyecek olan sigaran… Bu görüntüyü sana kim öğretti?
O homoseksüelin kalabalık rock müziği, senin tavanında tek başına dinlediğin bir sonat olduğu an başlarsın psikolog misali geriye gidişlere. İşte orda başlar bu çok sevdiğin saçmalık. Acı mı, mutluluk mu anlamazsın. Gözünde gözyaşı, dudaklarında gülümseme. Hayatının kısaltması bu.

22 Temmuz 2008

RAKI MASASI ADABI ( AYDIN BOYSAN)


'Rakıyı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve muhabbet eşliğinde içmeli.
Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır.
Bülent Ersoy öyle içiyor diye bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir.
Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır.
Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür.
İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın.

Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz.
Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz.
Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır.
Sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konmaz.
İçilen kahve fincanında, tabağında sigara söndürülmez.
Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama) buz konur.
Bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar...
Rakıya buz koymak neden yanlıştır;
Buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar.
İdeal karışım bozulmuş olur.
En uygunu rakıya soğuk su koymaktır.

İçmeye başlamadan önce aperatif bir şeyler yenmelidir.
Favori zeytinyağlılardı r.
Zeytinyağı, mide dolmaya başladıkça üste çıkarak, alkolün genzinize doğru gelmesini engeller.
Rakı sofrasında kadeh yalnızca bir defa tokuşturulur.
Hadi bakalım hoş geldiniz vs. falan diye.

Bundan sonra kadeh tokuşturulmaz sadece kaldırılır.
Masaya yeni birisi eklendiğinde ise tekrar kadeh tokuşturulabilir.
Rakı şalgam suyuyla içilmez!
Mezesiz de rakı içilmez.
Ben akşamcıyım, öyle bir kadehlik keyfim var diyorsanız gidin bira filan için.
Şişe numarasının önemi yoktur.
Zira ilk damıtılan rakı, 01 numaraya denk gelmez.

Rakı masasına avuç içiyle ya da yumrukla vurulmaz.
Bağıra çağıra, böğüre öğüre konuşulmaz...
Sakin olmak, efendi takılmak gerekir...

Önce kendine gel, sonra meyhaneye,
Kalender ol da gir kalenderhaneye,
Bu yol kendini yenmişlerin yoludur,
Çiğsen başka bir yere git eğlenmeye...

Rakı bardağı boş beklemez...
Evet masadan kalkarken bile dibinde biraz bırakılır.
Usul, adap bilen en genç kişinin saki(*farsça; kadeh sunan) olması adettendir,
büyüklere (ki büyüklük kavramı orada anlam bulur) sakilik yaptırılmaz...
Ev sahibi olsa bile.

Şişede kalan son rakı damlasına kadar eşit paylaştırılır,
daha da içmek isteniyorsa bu paylaştırma ritüeline girilmeden yenisi sipariş edilir.

Rakı sizi ne zaman sarhoş edeceğini zamanında söyleyen bir içkidir,
bunu fark ettiğiniz zaman yanınızdakilere söylemeli, ya da izin isteyip kalkıp gitmelisiniz,
ama eğer sizin kalkmanız masayı dağıtacaksa ölseniz bile orayı terk etmeyin.
Çünkü rakı masasından tuvalete gitmek için bile zar zor kalkılır, hoş karşılanmaz...

Rakı masasında bira, şarap gibi başka alkollü içecekler (masada kibar hanımefendiler olsa dahi) olmaz.
Her nevi ızgara balık (lüfer, çupra, levrek, istrongilos) uğurlu yemeği,
hususi nihavent ve rast makamından sanat musikisi eserleri uğurlu nağmesi,
akordeon, keman ve ud uğurlu çalgısı olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir.
Rakı yalnız başına içilen bir içki değil, meze ile birlikte yavaş (sindire sindire) içilen bir içkidir.
Mide ve beyne belirli bir etki yaptıktan sonra insan keyiflenir ve güzel sohbetlere yönelir.
Yani hem anlatır hem dinler...
Böylece rakı sofrası en az iki kişinin katıldığı toplu bir eylem,
karşılıklı konuşmalara dayandığı için demokratik bir forum,
evrensel ve kişisel sorunların ortaya getirildiği, fikir alıp verilen,
insanın kendisi ile yüksek sesle düşünerek hesaplaştığı bir tür psikolojik grup terapisi olmaktadır.

Unutulmamalıdı r ki rakı sofrası saygın bir cemiyettir.. .
Buraya katılan hem bu meclise kabul edildiği için saygı gören bir kişiliğe sahip demektir
hem de diğerlerine karşı aynı saygıyı göstermek zorundadır.
Herhangi bir marka rakı içilirken başka bir markayı övmemek önemlidir,
aksi yapıldığında, o an yudumlanan nimete hakarette bulunulmaktadı r, yanlıştır.

En büyük mezesi muhabbettir.
Muhabbet konusu 'Bi' kız vardı, 5 yıl sevdim, yüzüme bile bakmadı' gibi duygusal ağırlıklı olabileceği gibi,
'Bu güneş niye hep doğudan doğuyor, batıdan batıyor?' gibi yarı-felsefi konular da olabilir.

Tam yağlı koyun peynirinin üzerine kırmızı toz biberle renklendirilmiş sarımsaklı zeytinyağı süslemesi...
Turşu gibi ekşi mezelerde yine rakının kendine has tatlı nefasetini(* nefis, güzel...) dengeler,
damarlarınızı büzer, anasonla dost olur...

- NEYMİŞ?
- RAKI İÇMEK SANATTIR...

Aydın BOYSAN

16 Temmuz 2008

SAÇMALIK

Andy Warhol kamerayı koydu
ve ben oynamaya devam ettim,
kendi senaryomu kendim,
yazmadan oynadım.
Yere uzandım,
yüzümü tavana diktim,
sağ elimde hiç bitmeyen şarap şişem,
sol elimde hiç bitmeyecek olan sigaram…
Bu görüntüyü bana kim öğretti?
Homoseksüelin kalabalık rock müziği,
tavanımda tek başıma dinlediğim bir sonat olduğu an
başladım psikolog misali geriye gidişlere
İşte orada başladı bu çok sevdiğim saçmalık
Acı mı,
mutluluk mu
anlayamadım
Gözümde gözyaşı
dudaklarımda gülümseme
Hayatımın kısaltması.
Gün bitti ama hayat bitmedi.
Andy Warhol kamerayı kapattı...

09 Temmuz 2008

G8'İN KARNI ACIKMIŞ

önce toplantının yapıldığı yemeğin menüsüne bakalım.


MÖNÜDE NELER VAR

Havyar

Füme somon

Deniz kestanesi

Sıcak soğanlı turta

Ton balığı dilimleri

Avokado

Soya soslu yılan balığı

Yengeç çorbası

Çeşitli Pasifik balıkları

Süt kuzusu

Mantarlı kuzu rosto

Siyah truf mantarı

Lavanta balı ve karamelli fıstıklarla süslü fantezi peynir tabağı

Beş çeşit şarap, şampanya ve sake.

Daha önce öğle yemeğinde de truf mantarlı kuşkonmaz çorbası, yengeç, fıstıklı ve pancar kremalı tavuk, peynir çeşitleri, şeftali kompostosu, kaymaklı dondurma, kahve ve bisküvi servisi yapıldı.


Peki toplantı konusuna bakalım.
Dünya açlığı...

Kimler kaıtılıyor. G8


EEE Bize de Allah Belanızı demek düşüyor...

20 Haziran 2008

DUYUYOR MUSUN?

Bu gece yatın huzurlu bir şekilde ve uykunuzda yeryüzündeki bütün insanları öldürün. Huzurunuzla beraber uyanın.
Çıkın evden ve yürümeye başlayın.
Etrafa dikkatle bakmak için artık nedeniniz var. Caddelerde, sokaklarda, evlerde, gökdelenlerde, denizde, havada, karada, dağda, bayırda, ovada, son gittiğiniz barda, sinema salonunda, konser alanında, camide, kilisede, köprüde, köprü altında, orda, burada, şurada… kimse yok bir tek sen varsın.
Sessizliği duyuyor musun?
Aldığın ve geri verdiğin nefesi duyuyor musun?
Nefes zamanın demek, gündüz ile gecede saatin.
Gündüz geceyi, gece gündüzü kovalamaya devam edecek. Umursamayacak yeryüzünde tek başına olduğunu. Oyununa devam edecek o, sen yolun karşısını daha net görürken. Havanın aslında bir renginin olmadığını anlamaya başlayacaksın, denizin gerçek rengini sana balıklar; gökyüzünde ne kadar da fazla yıldız olduğunu da sana kuşlar gösterecek, hepsinin sayısı gittikçe artacak senin son insan olduğunu anladıklarında. Alışkın olduğun hava durumları devam edecek. Yağmur yağacak, rüzgar esecek, fırtına olacak, kasırga olacak, kar yağacak, bulabildiğin ağaçların yaprakları yere düşecek ve orda kalacak toprak onu kabul edene kadar, milyarlarca insanın bu güne kadar ürettikleri çöplere de aynı muameleyi yapacak, onları da bir yaprak gibi kabul edecek, bu kabulden sonra bir başka nefes alacaksın, yüzünün gerçek rengini göreceksin.
Beklemediğin bir anda deprem olacak; korkacaksın, yıkacak evini, yanındaki apartmanı, gökdeleni, fabrikayı, hava limanını, santralleri, barajları... Volkan patlayacak patlamayacağını zannettiğin dağda, kaçacaksın oradan. Gittiğin her yere aynı muameleyi yapacak doğa, her gittiğin yerde her felaketten sonra cennete daha çok yaklaşacaksın, anlayamayabilirsin…
Eğer anlamayacaksan, beni öldürme uykunda, ben seni bir gün öldürürüm…

10 Haziran 2008

ÇILGIN HAZİRAN

Spor bana bu aralar kafayı yedirtiyor. Çılgın haziranın içindeyiz. Büyük bir heyecanla beklediğim Avrupa Futbol Şampiyonası başladı. Her akşam 2 maç. Kendi milli takımımızın da organizasyonda olması ayrı bir heyecan.

Nba final serisi başladı ve bu seride ligin efsaneleşmiş iki takımı karşı karşıya. Larry Bird’lü Kevin Mchale’li Robert Parrish’li Celtics takımının yerine şimdi Ray Allen’li, Kevin garnett’li ,Paul Pierce’li Celtics, karşısında Magic Johnson’lı, Kerim Abdülcabbar’lı kadronun yerine Kobe’li Gasol’lu Lakers. Müthiş bir seri bizleri bekliyor. Her maç için sabahlamaya değer.
Çılgın haziranı destekleyen öyle bir Pazar günü geçirdim ki televizyon başına kitlendim. Televizyon başında oturmaktan her yerim ağrıdı. Buna zaman ayırabildiğim için de kendimi şanslı hissettim. Güne 125 cc motor yarışı ile başladım. Arkasından çok zevkli geçen bir 250 cc yarışı ve tabii ki 500 cc’lik motorlarıyla babaların sahneye çıktığı Moto gp’yi seyrettim. Rossi ile Stoner’ın birbirlerini muhteşem geçişleri ve kapışmaları muhteşemdi. Fakat bu ikili, ikinci ve üçüncü oldular.
İspanyol Pedrosa yarışı kazanarak İspanyada koşulan yarışı bu güne kadar kazanan 2. İspanyol oldu. Arkasından karşı karşıya her geldiklerinde çok zorlu maçlar çıkaran, uzun yıllar sürecek bir rekabetin içerisinde olan Nadal ve Federer’in toprak sahada Paris de ki tenis mücadelelerini izledim. Açıkcası beklendiği gibi geçmedi. Nadal toprak kortun kralı olduğunu bir kez daha kanıtladı. 3-0’lık net bir skorla maçı kazandı. Daha sonra Avusturya-Hırvatistan maçına baktım. Arada kanada Formula 1 de idi gözüm. Her Kanada yarışı gibi yine çok maceralı bir yarış oldu. Pit çıkışında Hamilton’un Raikonnen’e çarpması uzun süre unutulmayacak. Güzel bir yarış oldu ve uzun zaman sonra kazanan takımım BWW ile Kubica oldu. Daha sonra ise Almanya ve Polonya arasında ki maçı izledim. Polonya asıllı bir Alman! olan Podolski’nin golleri ile Almanya Polonyayı 2-0 yendi. Benim ilgimi çeken golleri attıktan sonra Podolski’nin attığı gollere sevinmemesi idi. Bu konuda benim kafam çok karışık. Apayrı bir konu bu. Rus milli basket takımının oyun kurucusu bir Amerikalı. Siyahi bir rus. Rusca bile bilmeyen bir rus. Türkçe bilmeyen ama milli takımızda oynayan oyuncular var. Eskiden Muzzy vardı, şimdi Colin Kazım, siyahi bir oyuncumuz var hemde brezilyalı Mehmet Aurelio. Alman milli basket takımının son şampiyonada bir tane gerçek alman asıllı oyuncu vardı. Patrick Femerling. İsviçre takımında üç Türk kökenli futbolcu oynaycak milli takımımıza karşı. Gökhan, Eren, Hakan. Ne olcak merak ediyorum, ya bir de gol atarlarsa. Bu konuya aşırı milliyeçi bakmıyorum ama milliyeçi bakmak zorundayım. Bu işte bir terslik var. Kafam çok karışık bu konuda. Uzatmayayım.
Pazar gününe geri döncek olursak günün finali Celtics-Lakers arasında oldu. Lakers son periyotta 24 sayı geriden geldi fakat müthiş heyecanlı geçen maçın sonunda Celtics Lakersı yenmesini bildi. Durumu 2-0 ‘a getirdi. Şimdi L.A.’a gidilecek ve dünya starlarının izleyici olarak ön sıradaki koltukları dolduracaklar. Basketboldan anlamayan bir ingiliz David Beckham’da orda olacak . Seni gidi galaxy.
Kısacası çılgın bir haziran yaşıyorum kendi adıma. Normalde neredeyse hiç tv izlemeyen ben tv başından kalkamıyorum. Bu sene bir de olimpiyatların olduğunu düşünürsek…

13 Mayıs 2008

TERÖRİST OLMUŞUM

MTV Türkiye’de işe başladığım ilk günlerde elime bir kaset geçmişti. Üzerinde Recep Tayip Erdoğan yazıyordu. Kasetin ne olduğunu çok merak ettim ve ilk müsait olduğum zamanda kasetin içeriğine baktım. Kanalın Türkiye versiyonunun sahibi Esra Oflaz hanımefendi Recep Tayip Erdoğan’ın Live 8 hafta sonu olması vesilesi ile görüşlerini alıyor. İki tarafta o an çok mutlu gözüküyorlar. Tayip Bey Afrika’ya yardım edilmesinden bahsediyor, bunun gerekliliğinden ve hükümetinin bu konuda yaptığı yardımlardan bahsediyor, tabii ki, vesile hem Live 8 ve konserleri olunca, ayrıca önemli bir müzik kanalında yapılan röportaj olmasından dolayı konu müziğe geliyor. Tayip Erdoğan Frank Sinatra’yı çok sevdiğini ve arabasında bazen dinlediğini söylüyor. Ama asıl sevdiğinin bizim kendi güzide musikimiz olduğunu belirtiyor. Birkaç şarkı ismi örnekliyor. İki tarafta mutlu bir şekilde ayrılıyor. Sonradan da öğreniyorum ki, Tayip Bey’in açlık ve Afrika’ya yardım için sarf ettiği o sözler MTV ve bazı yabancı kanallarda hükümet başımız olarak bizi temsilen gösteriliyor. Hepimiz bundan gurur duyuyoruz !!!
Aynı başbakan hükümete geldiği ilk günden itibaren KİYOTO protokolünü imzalamıyor,yani aslında Afrika halkının açlığına açlık katmak için çırpınıp duruyor.(günümüz itibari ile, “o kadar da korkulacak birşey değilmiş” gibi komik söylemlerle meclise getirmeye hazırlanıyorlar www.meclishaber.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=49343 Biraz daha sıksalar dişlerini 2012’de zaten yürürlükten kalkacaktı).(Ama aslında yalan söylemiyor, o Afrika’ya yardım ediyoruz darken kastettiği, sürekli kendisinin ve cumhurbaşkancığının sık sık ziyaret ettikleri Afrika kıtasına mensup Arap ülkeleri. Benim en çok sevdiğim ise bir önceki hükümetin Avrupa Birliğinden sorumlu devlet bakanı, bu hükümetinde dışişleri bakanı olan Ali Babacan. Avrupa Birliğine destek için sık sık Arap ülkelerine gidip destek istiyor. Avrupa Birliğinden sorumlu devlet bakanının hiç Avrupa’ya gitmediğini, fakat bütün Arap ülkelerini gezdiğini biliyor muydunuz? Ahh tombul yanaklı Babacan ahhhh. Bunların yüzlerini nereye döndükleri ortada).
O gün birileri bizleri aldattı. Belki de bütün dünyada, özellikle sanayileşmiş 8 ülkenin başında ki kravatlı bütün yöneticilere uzatılan mikrofonlardan Afrika’ya yardım, açlığa, açlığın ortaya çıkardığı savaşlara engel olma mesajları yağıyor. Ekranlara bakıp insanlara bazen gülerek, bazen arkada ki müziğinde etkileyiciliği ile duygusal gibi gözükerek mesajlar veriyorlar. Çok üzülüyorlar o anda açlık için.
Bu sırada Snoop Dog Live 8 konserlerinin bir ayağında vereceği konser için özel jetine atlıyor ve havaya bilimum gazları salarak Londra’ya doğru yola çıkıyor. Yola çıkmadan ağır ve uzun altın kolyelerini ve altından dolar sembollerini yanına alıp almadığının kontrolünü yapıyor. Her şey yolunda. Ne de olsa o bir Afrika kökenli. Bugünlere gelmesini Afrika kökenlerine borçlu. Zamanında yoldaşı olan 2 Pac da bunu sık sık dile getirmiyor muydu? 2 Pac bugün yaşıyor olsa o gün, o konserlere destek verir miydi bilemeyeceğiz, fakat bildiğimiz bir şey varsa o da Snop Dog’un bu yardım organizasyonunda rock’cılar arasında avrupada çok yalnız kaldığı. Will Smith, Jay-z ve Puff Daddy evinin yakınlarındaki Philadelphia’dan destek verdiler. Afrika kökenli insanlara yardım için bu para babası rap’çiler, o kökenden geldikleri için katılıyorlar. Ama ben hiç Blues ustasını göremiyorum. Çağırılmamışlardır belki. Örneğin Eddie Vedder ve Pearl Jam grubu gibi. Söylemleri dikkate alındığında burada en önde yürüyor olmaları gerekirdi. Tıpkı İncubus, Radiohead, Neil Young...v.s. gibi. İlginç. Böylesine büyük bir imkanı geri çevirmişler.Tabii ki Bono orda. Bu onun artık mesleği.
Konserler günü Eddie Vedder’ın orda olmamasını düşünmüştüm ve aklıma gelen ilk şey onun grupla beraber Roll dergisine Mart 2000'de verdikleri röportaj olmuştu. Küreselleşmenin zararları üzerinde duruyorlardı. İlk kez Seattle’da 1999 Aralık ayında başlayan küreselleşme karşıtı eylemelere dikkati çekiliyordu. Verilen örnek benim kafamda ki ikileme doğrudan hitap ediyor ve beni iyice bunaltıyordu. Eylemciler bir taşla kırdıkları Nike mağazasından dışarı aldıkları Nike bayrağını yere atarak bayrağı ayaklarıyla çiğniyorlardı. Fakat hepsinin ayağında Nike vardı. Şimdi bu görüntüden 8 sene sonra bizi reklamcılar ve onların yarattıkları markalar yönetiyor, tıpkı o günkü gibi. Oysaki benim o günlerde savunduğum kimsenin Nike fabrikasının olmaması ama herkesin Nike giymesi idi. Bunun saçmalığını bugün daha iyi anlıyorum. Michael Jordan’ın Nike firmasından bir reklamdan kazandığı paranın, Malezya’da ki Nike fabrikasındaki bütün işçilerin maaşlarından daha fazla olduğunu o yıllarda bilmem gerekirdi.
Aynı röportajda Eddie Vedder’a yöneltilen soru ise çok ilginç .
---Bill Gates’in şu anda ölmesini ister miydiniz ?
---Ediie ise hafif bir gülümsemeden sonra “hareketsiz kılınmasını isterdim” diye bir cevap veriyor. Peki ne oluyor da aradan geçen bu kadar sene sonra Live 8, "A long walk to justice" yani "Adalete uzun bir yürüyüş" sloganı altındaki bu büyük organizasyona Ediie Vedder yerine Bill Gates katılıyor. Cevabını yeni öğrenmem ise bu yazının sebebi.
Sizde, “sizden yüzünüzü istiyoruz” adlı diğer bir sloganı olan Live 8 organizasyonuna isminizle beraber yüzünüzün fotoğrafını gönderenlerden biri misiniz? Ben göndermiştim ve şuan Amerika ve muhtemelen Bob Geldof’un yakın kankası olan Tonny Blair’in memleketinde de potansiyel teröristim. Nasıl mı? İşte size cevabı.
Amerika Birleşik Devletleri tam bu konserler zamanında “biometrik pasaporta” geçiyordu. Yani içindeki chip sayesinde pasaportun sahibinin üç boyutlu resmini içeren bir pasaport çeşidi.
11 eylül’den sonra Amerika, Amerika’ya teröristlerin girmesinin engellemek amacıyla biometrik pasaportları kullanmaya karar verdi. Sadece terör amaçlı değil, artık ülkemizde de olduğu üzere şehrin dört bir yanında ki kameralarda yüzünüz belirdiği an sizin kim olduğunuz ve nereye gittiğinizi biliyorlar, görebiliyorlar. Bilin bakalım bu teknolojiye yatırım yapan kim? Bill Gates. Bu oluşuma çok büyük parlar yatırdığı biliniyor. Bill Gates -Youtube’dan da izleyebileceğiniz gibi- sahneye çıktı ve dedi ki “Biz sizden para ve benzeri bir şey istemiyoruz, sizden sadece yüzünüzü istiyoruz". Muhteşem. Gerisini zaten sağ gözü yerde, yazılanlardan yüz binlerce insan önünde okudu.
Kendisi o sahneye çıkıp da şarkı söylemeyen belki de tek kişiydi. Peki neden mi çıktı ? Çünkü Afrika’ya yardım için 5 Milyar dolar yatırdığı söyleniyor. İnandınız mı? Kafanız karışmasın, söyleniyor sadece. Peki ya bu parayı nerden finansman ettiğini düşünmek çok da zor olmasa gerek. İşte finansmancı George Bush 11 Eylül’den sonra oluşturacakları güvenlik sistemi için konuşuyor. "Ülkemizi daha güvenli hale getirmek ve ülkemizi teröristlerden korumak için biometrik pasaportu çıkarıyoruz. Bunu yapmak için gerekli teknolojimiz var, gerekli ödeneğimiz, hatta elimizde teröristlerin tamamına yakınının isimlerinin listeleri bile var AMA ELİMİZDE TERÖRİSTLERİN RESİMLERİNİ İÇEREN BİR BİLGİ BANKASI YOK". Mükemmel.
Madonna’nın yanında fotoğrafta gördüğünüz bu güzelliği gördüğüm an ağlamaya başladığımı hatırlıyorum.Ne kadar değişmiş değil mi? Yapılan yardımlarla bu günlerde. Peki o yardımı alamayanlar.
İnsanın her şeyden önce hayatta kalmak için yaşar. Bu hayatta kalmak karnını doyurmaktır. Karnı aç olan ne aşk, ne seks, ne film, ne maç, ne sevgi… düşünür, sadece ve sadece karnını doyurmayı düşünür, amaçlar.
Bu konserlerin amacı protesto değildi, Afrikada yaşananları insanlara gösetrmek, kamaoyu oluşturmaktı. Bunu da konserlerle sağlayacaklardı. Başarılı da oldular.
Ama buna bile burunlarını soktu bazıları, Afrika’ya yardım için ismimi ve yüzümü gönderdiğim için beni terörist yaptılar.Ya sizi.
berlin'deki sahnenin üstünde güzel bir yazı vardı:
JUSTICE, NO CHARITY!!!

16 Ocak 2008

Gözyaşımı, sevdiğimin gözyaşına karıştırdım
Onun kirpiği altında ağladım
Bu benim elimdeki çizgiler var ya
Bizi daha çok ağlatacak onu anladım.
Avuç içlerinde hayat çizgileri olarak adlandırılan üç çizgide bende çok kısa. Bilenler uzun yaşamayacağımı söylüyorlar. Ben zaten çok yaşadım, bilmiyorlar. Ayrıca hepsinden gencim anlamıyorlar.


Ağlamaktan korksaydım eğer, gülmezdim.
Gülmekten korksaydım eğer, ağlamazdım.
Ama ben hepsini doya doya yaptım.
Bilseydim eğer hayatımın uzun olduğunu , hiçbirini yapmazdım.



Doya doya uyurdum.

08 Ocak 2008

MAJESTELERİ

Sözün bittiği yer derler ya, işte o budur... İki farklı açıyla aynı an. Majesteleri Michael Jordan.



05 Ocak 2008

İÇKİ İÇMESİNİ BİLENLERİN PİRİ BEKRİ MUSTAFA

İyi miyim, hoş muyum?
Dolu muyum, boş muyum?
Aydınlık mıyım, loş muyum?
Ayık mıyım, sarhoş muyum?

Aslında iyi bir hafız olmasına rağmen içkiciliği ile tanınan, ün salan biridir Bekri Mustafa. Ayyaşların piri derler ona. Yalan değil, yanlıştır. O “içki içmesini bilenlerin piridir.” Hayatının sonlarını 4. Murad devrinde yaşamış Bekri Mustafa. Alkolün, tütünün, afyonun hatta kahve içenlerin anında idam edildiği, kellerinin kesildiği devir. Bunun nedenleri vardır ve derin tarihi konulardır. (4.murad’ın içkiyi yasakladığı halde, sabah akşam içki içtiği ve içki yüzünden öldüğü aşikardır. Ayrıca içki’ye başlamasının da Bekri Mustafa sayesinde olduğunu söyleyenler olsa da, ispatlı değildir. ) Asıl olan Bekri Mustafa’nın bu devirde her gün içmesine rağmen kellesini kurtarmış olmasıdır. Bunun en büyük nedeninin güler yüzü ve tatlı dili olduğu söylenir. Ölüme meydan okuyarak içmesini bildiği için, ölmez şöhrete kavuşmuştur.
Sultanahmed’de doğup yaşamış Bekri Mustafa. Babası yorgancı Ahmed Ağa. Babasının durumu oldukça yerinde imiş, refah içinde geçmiş çocukluğu. Evleri küçük Ayasofya Camii’nin yanındaymış. Eğitimini de buradaki ufak medrese de almış, hatta burada küçük yaşta hafız olmuş. Daha sonra Beyazıt Medresesine devam etmiş. Çok sevdiği annesini on sekiz yaşında kaybetmiş ve çevresinin yönlendirmesi ile içkiye başlamış. Kısa zamanda Kumkapı’daki Agop meyhanesinin müdavimi olmuş, sabah akşam bu meyhaneden çıkmaz olmuş. Sabah akşam durmadan içki içen demek olan “Bekri” lakabını da burada almış içki içmesini bilenlerin piri.
4. Murad’ın Bekri Mustafa ile daha sadrazamlığı zamanında tanıştığı, çok sevdiği ve yasaklar zamanında da onu özel olarak kayırdığı söylenir.
Çevresi tarafından içkiyi bırakmaya, yoksa kellesinin gideceğine ikna edilmeye çalışılır, hatta bu nedenle küçük Ayasofya camii’ne imam olması teklif edilir, Bekri Mustafa kabul eder ve 4. Murad’da onay verir. Mesleğinin ilk günü yaşanan ve dilden dile yayılan bir hihaye vardır. Olay şöyledir.

bekri göreve başladığı ilk gün, bir cenaze camiye gelir ve üstad cenazenin başına geçer. cemaat saf tutar. bu sırada bekri cenazenin bas kısmına doğru eğilerek cenazeye bir şeyler mırıldanır. bunu gören cemaat,
"hayırdır efendim, ne dediniz merhuma" diye sorar.
bekri üstad:
öbür tarafa gittiği zaman dünyanın ahvalini sorarlarsa "bekri ayasofya'ya imam oldu, varın gerisini siz düşünün" dersiniz demiş.

4. Murad’la yaşadığı meşhur hikaye’yi de yazmadan geçmek olmaz.
IV. Murat koyduğu yasaklara uyulup uyulmadığını bizzat kendisi kontrol etmeye meraklı bir padişah olduğu için yine bir gün kıyafet değiştirerek bir sandala biner. Amacı sahil şeridinde içki içilip içilmediğini kontrol etmektir. IV. Murat'ı tanımayan sandalcı arada bir cebinden bir şişe çıkartıp yudumlamaya başlayınca padişah sorar :
- "Nedir o içtiğin ? "
Sandalcı Bekri Mustafa'nın ta kendisidir; kendini kolay ele vermez.
- "Kuvvet şurubu" der. "Ben bundan iki yudum çekince kendimi aslan gibi hissediyorum. Kürek çekmek vız geliyor".
Padişah tadına bakmak isteyince, Bekri Mustafa, nasılsa denizin ortasındayız, bizi kim yakalayacak, diye düşünüp şişeyi uzatır. Padişah iki yudum alır almaz kükrer :
- "Bre zındık ! Bu şarap. Şarap içmeyi yasakladığımı bilmiyor musun ?
Bekri Mustafa şaşırır :
- "Sen kimsin ki içkiyi yasaklıyorsun ?" der.
- "Ben IV. Murat'ım !.." yanıtını alınca Bekri Mustafa küreği kaptığı gibi ayağa fırlar
- "Şimdi atarım seni denize, daha iki yudum aldın, kendini IV. Murat sanmaya başladın. İki yudum daha alsan, dünyayı ben yarattım diyeceksin".

Bir alıntıda 4. Murad’ın hayatının anlatıldığı bir TRT dizisinden, Bekri Mustafa’nın karşısındaki kişinin padişah olduğunu bilmeden yahut bilerek ( burası dizide açık bırakılmış, diyaloglara da yansımış) yaptığı konuşma.
İyi miyim, hoş muyum?
Dolu muyum, boş muyum?
Aydınlık mıyım, loş muyum?
Ayık mıyım, sarhoş muyum?

Geldi şarap, gitti kafa
Bulsa da içer, bulmasa da
Ve de Sırat Köprüsünü gözü kapalı geçer Bekri Mustafa
Berberde yenilenip geldi bizim kafa.
Uzak olsun cefa.

Ali dost, Veli dost
Uslu dost,deli dost
Bekriye tekkesine demir attı bizim post

Sırtımda derme çatma bir aba
Yasağa karşı korur mu acaba.

Ben dikerim, gönül sökülür
Anasından inci mercan dökülür
Meyhaneye vardın, aklını kurtardın
Haydi erenler, bizimle gül derenler
Armudu taşlayalım
Dibine kışlayalım
Doldurunda kadehleri
Sohbete başlayalım

Ettim, edemedim
Bir sanat tutayım dedim
Amma ve lakin ne olsam
Kayyum olsam, kandiller yutmalı
Müezzin olsam, minareye çıkmalı
Kadı olsam, hatır gönül yıkmalı
Vezir olsam, insanlıktan çıkmalı

Bakkal olsam, kaldıramam kantarı
Kasap olsam, sallayamam satırı
Nalbant olsam, nallayamam katırı
Hoca olsam, bu şarabın hatırı

En sonunda kalaycı oldum
Kalayladım kaplanı
Hep kırıldı tavaların sapları
Hiçbir işte dikiş tutturamayınca
Bari dedim olayım bir padişah.

02 Ocak 2008

1453 SON BÜYÜK KUŞATMA

Tarihçileri her zaman uğraştıran konudur rivayetleri düşünmek ve araştırmak sanırım. Hiçbir zaman kesin bir sonuca varılamayacağı şüphesiz. Ya Hitler Rusya’ya girmeseydi, ya Waterloo savaşını Napolyon kazansaydı, ya Kristof Colomb yanlış yöne gittiğinin farkına varsaydı, ya Çin Seddi’nin yapılması akla gelmeseydi….
Peki ya Konstantinapolis alınmasaydı… Belki de tarih boyunca yaşanan bu olayların en önemlisi İstanbul’un fetih edilmesi.
Son derece ilgi duyduğum bu konu ile ilgili Roger Crowley’in 1453 – Son Büyük Kuşatma adlı kitabını büyük bir zevk ve hızla okudum. Tarih okumayı seven herkese şiddetle tavsiye ederken, roman tadında yazılmış bu kitabı aslında herkese tavsiye etmek istiyorum. Kitabın içinde ki tarihsel olayların doğruluğu ya da yanlışlığını tartışacak olanlar hiç şüphesiz tarihçiler. Fakat son derece akıcı ve tarafsız bir kitap 1453. Roger Crowley uzun seneler boyunca araştırmaları için İstanbul’da yaşamış, aynı zamanda bilimsel yanıyla da güvenilir bir kaynak ortaya koymuş. Süreç içerisinde ki hiçbir olguyu kaçırmamaya çalışmış ve kitabında kullanmış.
Dünya tarihinin değiştiği yerin üzerinde yaşamak bana heyecan veriyor. Bu süreçte yaşananları öğrenmek ve bizzat okuduklarını, öğrendiklerini gidip o coğrafya üzerinde hayal etmek bulunmaz bir fırsat bence.

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...