31 Aralık 2007

YILBAŞIM

Hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum. 2004 senesi yılbaşını. Mutlaka güzel geçmiştir!!! Ama hatırlayamıyorum. 2004 senesinin öncesinde sadece 2000 yılına girişi hatırlıyorum, Tuzla’da ki muhtaşem ev partisini. Daha sonra ise 2005 senesini hatırlıyorum.İzmirdeydim. Annem, Nuran Teyzem, Anneannem, Dedem ve büyük teyzem Tomris Teyzem. Güzel bir yılbaşı yemeği yemişdik. 2006’ya girerken evdeydim. Yanlızdm ve 2006 senesine girdiğimizi tost makinsesinin başında tost yaparken patlayan havai fişeklerden anlamış, ufak bir tebessüm etmişdim. Sabah 5 buçukta da işe gitmişdim nedensizce. En eğlencelisi ise geçen seneki idi. Askerdeydim. Mutfakta komutanlara patates kızartırken girmişdim 2007 senesine. Kendi isteğimle orda o işi yapıyordum ve çok eğleniyordum. Hayatımda adam gibi hatırladığım yılbaşları, son üç yılbaşı, onları da anlatmak bu kadar kolay ve kısa. Belki de o yüzden hatırlıyorum kısa sürdükleri için. Bu sene de farklı bir şey yapmayı düşünmüyorum. Gece maçoylayım.
NOT : Bayanlar Taksime çıkmayın, pandik yersiniz...

GO REDSKİNS

NFL’de heyecanla beklenen superbowl finali yaklaşmakta. Playoff’lar başladı ve benim takımım Redskins finale doğru gidiyor .Kasım ayının sonunda yaşadığı büyük kayıba rağmen.
Takımın defansının en önemli oyuncularından Sean Taylor , 24 yaşındaydı ve evine giren hırsız tarafından vurulmuş, hastanede kan kaybından ölmüştü. Bu büyük kayıp tabii ki başta Redskins’i etkilemiş, hatta Sean Taylor’un öldürülmesinden sonra çıktıkları maçlarda bazı defans oyunlarını 10 kişi oynamışlar, kaybedilen oyuncunun değerini bu şekilde en üst düzeyde göstermişlerdi.
Takım zor günleri geride bırakmış gözüküyor. Şimdi hedef ayın 5’nde karşılaşılacak olan Seattle Seahawks.

FERNAME


Bugün Beyoğlu’nda Ferhan Şensoy’ un tek kişilik oyunu Fername’yi izledim. Sahnede iki buçuk saat kalıyor Ferhan Şensoy. Zaman zaman seyircilerde katılıyor oyuna. Son derece sert bir dille saydırıyor laiklik düşmanlarına, hükümete, fettullaha, bankalara,ona,buna,şuna…Saydırırken de güldürüyor. Güldürürken halimize üzüyor. İkinci perdede sinema anılarını anlatıyor büyük bir keyifle. Size keyifleniyorsunuz, çok gülüyorsunuz. Fazla söze gerek yok, üstat işini çok iyi yapıyor. İşini iyi yaptığı yerde 125 senelik bir salon, onunda hakkını veriyor.

30 Aralık 2007

SAHAFLAR ÇARŞISI, TOPKAPI SARAYI ve FOUR SEASONS


Dün sahaflar çarşısına gittim. Gitmez olaydım. Sahafların oluşum amacı eski kitap. Fakat içerde eski kitap bulmak bir mucize. Sahafların yarısı, belki daha fazlası öss, kpss v.b. gibi ders ve test kitaplarına ayrılmış. Diğer bir yarısının büyük bir çoğunluğu ise din kitapları satıyor. Geriye kalan azınlıktaki kitapçılarda zaten her kitapçıda bulabileceğiniz kitapları satıyor.Çarşının girişinde de “el kasibu habibullah” , yani “Tanrı ticaret yapanı sever” yazıyor. İşi iyici ticarete dökmüş sahaflar çarşısı da. Kapalıçarşı’nın komşusu olmak kolay değil. Hayal kırıklığı ile oradan ayrıldım. Sultanahmet’e yürüdüm. Amacım aslında, her ziyaretimde görmeyi Topkapı Sarayı Müzesi’ni ziyaretten sonraya bıraktığım, ama ya yorgunluktan yada zaman kalmamasından bir türlü göremediğim Ayasofya Müzesi. Ama bu seferde beni vazgeçiren bilet kuyruğunda ki turist kafilelerinden oluşan uzun kuyruk oldu. Rotayı yine Topkapı Sarayı’na çevirdim. Sarayı çok gezdim. Ama İlber Ortaylı hocanın müdürlüğünden sonra gerçekleşen değişimleri merak içindeydim. Aslında asıl amacım okuduklarımla artık başka bir gözle bakacağım Harem kısmını gezmekti. Gezdim de. Burası benim için büyük bir konu.Burası hakkında bu yazıda söyleyebileceğim, sıkı giyinerek herkesin burayı mutlaka görmesi gerektiği.
Topkapı Sarayı Müzesine girmek için 10 milyon ödüyorsunuz, daha doğrusu benim gibi indirim alamayanlar ödüyor. Girişte ki uzun listedeki meslek ve durumların hiçbirine kendimi sokamadım, paşa paşa ödedim 10 ytl’yi. Ayrıca harem’i gezmek için bir 10 milyon daha vermeniz gerekiyor, işte bunu herkes ödüyor.
Topkapı Sarayı Müzesi’nin bazı bölümleri restore içinde, sürekli güzelleştiriliyor ve rahat dolaşım için çalışmalar yapılıyor. Kapıda 5 ytl’ye kiraladığınız kulaklık sistemi ile müzeyi dolaşırken, gittiğiniz bölümde karşınıza çıkan numarayı makinenize tuşluyor, bir yandan gözlem yaparken bir yandan da kulağınızda oranın hikayesini dinliyorsunuz. Kutsal Emanetlerin bulunduğu yer restore edilmiş, daha korunaklı ve daha güzel olmuş.
Başka ülkelerden insanlar Topkapı Sarayı'na yoğun ilgi gösterip bilgileniyor, aynı zamanda gözlemliyorlar. Oysa ülke insanımızı geçtim, İstanbul’da yaşayan bizlerin bile buraya gösterilmesi gerek değeri ve ilgiyi verdiğimiz konusunda şüpheliyim.
Belki takip ediyorsunuz. Üç gündür Milliyet gazetesinde çıkan haber doğrultusunda, Sultanahmet’te ek bölümlerinin yapımı devam eden Four Seasons otelinin inşaatının, eski Bizans sarayının üstüne yapıldığı, bu bölge’nin arkeolojik değerinin tam olarak bilinemediği, çünkü arkeolojik çalışmaların yapılmadığı, bölgede sadece Bizans’ın değil Osmanlıları’nda önemli eserlerinin bulunma ihtimalinin olduğunu içler acısı fotoğraflarla takip ediyor, orada o otelin yapım iznini veren kurulun, sorular karşısında “hatırlamıyorum” ve “önemli bir karar değildi, hafif bir karadı” gibi pişkin pişkin cevaplarını şaşkınlıkla izliyorum, diyecek bir şey bulamıyorum. Ayasofya’dan Topkapı Sarayı’na doğru yürürken karşıma çıkan pis, metal duvar, arka tarafta dönen pisliklerin görülmesini önlese de, aslında arkasında ne gibi pisliklerin döndüğünün ispatı gibi.

29 Aralık 2007

Bu sabahta her sabah olduğu gibi güneş doğmadan uyandım.
Aslında pek uyuduğumda söylenemez.
Gece yağmur yağdı. Bense hiç birsey hissetmeden öylece yattım yatakta.
Ne yağmurun sesi, ne toprağın kokusu ne de ertesi sabah ıslak otların güneşle ışıldayacak olması beni heyecanlandırdı. Yitirmek kötüdür. Birilerini, birşeyleri, aklını, başarılarını, paranı… Ama en kötüsü benliğini yitirmektir. Sorulan sorulara farketmez diye cevap vermelerin arttıkça, tehlike de artıyor demektir. Farketmez… kırmızı ya da mavi, soğuk ya da sıcak, gitmek ya da kalmak, gülmek ya da ağlamak.

28 Aralık 2007

BİR BEYOĞLU YAZISI...


Elvelki akşam İstiklal caddesinde yürüyorum, Pınar’ın doğum günü yemeği var. Güzel bir yemek yiyip Pınar’ın doğum günü kutlanacak, öyle de oldu. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla güzel, eğlenceli bir fasıl eşliğinde rakımızı içtik, sohbetimizi yaptık. Ama benim asıl aktarmak istediğim yemeğin öncesi. Boydan boya yürüdüm İstiklal Caddesini. Bu benim nerdeyse kendimi bildim bileli, bir başka deyişle, Beyoğlu’nu gördüm göreli yaptığım bir yürüyüştür. Bu yürüyüş aslında benim için bir düşüncedir. Hayatımın belli noktalarının özeti gibi orası.
İstiklal caddesiyle yanlız olarak ilk tanışmam sanırım 12-13 yaşlarıma denk gelir. İ.T.Ü ‘de oynadığım basketbol nedeniyle neredeyse hergün Taksim’e çıkardım. Sabah antremanı ile akşam antremanı arasında yemeğimizi yedikten sonra dinlenmeye ayrılan sürenin adı benim için çoğunlukla İstiklal Caddesine kaçmak olurdu. İstiklal Caddesine kaçmanın amacı ise 3 Filmi birden ardı ardına izlemek aktivitesi olmuştur. Kadınları beyaz perde’de de olsa ilk kez çıplak olarak gördüğüm yerdir yani İstaikla Caddesi. Daha sonraları belli dönemlerle, dinlediğim müzik ve bu müziğin arkadaşlıklarının Taksim’de kesişmesi, şimdi özentilerim olarak adlandırdığım insanların, müziğin, hayat tarzının bazen tüm yapmacıklığı ile bazen tüm gerçekliği ile beni Beyoğlu’na çekmesi, neredeyse bütün günümü Yeşilçam sokağında geçirdiğim zamanlar, Nevizade sokağında yapılan bira veya rakı geceleri, babamla beyoğlu’nda buluşup içilen rakı veya biraların eşliğinde sohbetlerimiz, Sen Antuan kilisesi’ne girip, neden girdiğimi bilmeden banklarda oturup Hz. İsa’nın heykeline uzun uzun bakmam, sinema, tiyatro, festivaller, Tünel’de sohbetler, yemekler, barlar, konserler, Victor Levi’de şarap , kahve, Kemancı, Mojo, 45’lik, Pendor, Robin Hood, Godet, Babylon.... sonu gelmiyecekmiş gibi. Nerdeyse İstiklal Caddesinin her anını, her zaman dilimini yaşamış gibiyim.Ama işde ben onu tanıyorum da o beni tanımıyor.
Beyoğlu’na çıkmak aslında bir cesarettir. Bu cesareti nasıl göstereceğiniz ise belirsizdir. Çünkü her an cesaretinizi gösterebileceğiniz bir olay karşınıza çıkabilir. Taksim’den caddeye doğru baktığınızda günün her saati orada binlerce insan görürsünüz. Cadde doluyken ara sokaklarda bundan her zaman nasibini almışdır. Ama Beyoğlu’nda hangi ara sokağa ne zaman gireceğini bilmek, işde bu noktada bir tecrübe ve cesaret gerektirir. Benim bir zamanlar yaptığım gibi, Nevizade sokağına gitmek için birkaç sokak erken girip, caddeyi pararel yürümek, yani kerhanelerin ortasından, dönme sesleri ve pezevenglerin daveti eşliğinde yürümek bir salaklık cesaretidir. Bunun açıklamasını şimdi sadece gereksiz bir adrenalin olarak adlandırabilirim.
Şuan bizim Beyoğlu dediğimiz bölge, yeryüzünde oluştuğu andan itibaren sanırım her zaman önemli bir yer olmuştur. Her tarafı bizlere rağmen tarihle iç içedir Beyoğlu’nun. Bu tarih'de yaşamak her ne kadar şans ise’de, Beyoğlu’nun kendi ellerimizle içine etmekte o denli utanılacak bir olgudur.
Bu bölgenin kendisi her yönüyle bir çelişkidir. Beyoğlu her kesimden insanı kendine çekmeyi başarır, birbirinle çelişen ne varsa çektiği gibi. Ama çelişki eğer yılların Markiz pastanesinin üzerinde Robert’s Cafe yazmak ise, bu çelişki değil bu saçmalıktır. Yıllarca kapalı olarak kalan tarihi Markiz pastanesi, adının Robert’s Cafe ile anılması için mi açıldı. Keşke kapalı olarak kalmaya devam etseydi. “Bir milleti ele geçirmek istiyorsan önce dilini, kültürünü yok edeceksin”derler. Doğru da derler. Beyoğlu’nda türkçe isimli dükkan, mağaza ismi o kadar az ki.
“Seni unutmayacağız, beyoğlu hep aydınlık kalacak” diye Vitali Hakko’nun anısına, üzerinde bir Beyoğlu görüntüsü ve kendisinin fotografının bulunduğu bir afiş , caddenin tam orta yerine asılmış. Afişin asıldığı yer "tüpçü" Yıldırım Demirören’in Beyoğlu’nun orta yerine yaptırdığı, büyük binanın yapılışının görülmemesi için oluşturulan çirkin duvarın üzeri. Duvarın arkasından nasıl bir bina çıkacak belli değil, fakat Beyoğlu’na yakışacakmı ondan şüpheliyim. İnsanların zor yürüdüğü bir noktada, caddeyi neredeyse yarı yarıya daraltmış durumda. Beyoğlu’nun aydınlığı sloganını Vitali Hakko’yu kullanarak oraya asmak çelişkinin ta kendisidir.
Beyoğlu’da, Beyoğlu düşüncelerim gibi karmakarışık ve sonu yokmuş gibi. Beyoğlu yazısı yazmak da orada yaşamak kadar cesaret istermiş, mutlaka birşeyi unutacağın bir yazıda daha fazla yazmak istemiyorum...

25 Aralık 2007

İNADINA TÜRK FİLMİ

--- Hafız, hadi sinemaya gidelim.
--- Tamam ajan gidelim, hangisine gidicez ama.
--- Mutluluk Filmine gidelim.çok merak ediyorum, kitabını okumuştum.
--- yok abi ona gelmem. Türk filmlerine gitmiyorum ben.

Bana mı denk geliyor? Yoksa sizler de onlardan birimisiniz? “Türk filmine gitmem” diye klişe bir laf ve bunun uygulayıcıları var bu ülkede. Sanki kendileri, olur ya yönetmen olup film yönetseler , yada yapımcı olup film yapsalar başka bir milletin filmi olacakmış gibi. Filmi ortaya koyan insanların izlenmemek için suçlarına bakın. “Türk olmak”.
Bu ülkede “Türk olmak” birçok sanat dalı için aşağılayıcı bir durum olmuştur. Türk filmi kavramı da bunların beklide en önde gidenidir. İnişli çıkışlı çeşitli dönemlerden geçen Türk sineması, zaman zaman üst düzey yapıtlar ortaya koymuş, zaman zaman da büyük bir tıkanıklığın içine girmiştir. Bunların nedenleri ayrı konulardır ve çok uzundur. Fakat, zamanında yapılan kötü örneklerin- ki bu filmlerin kötü olsa dahi izlenebilirliği, çekiciliği bazı kesimlere göre olmuştur, çok sayıda kült film ortaya çıkmıştır- şimdi ki sinemacıları olumsuz yönden etkilemesi çok anlamsızdır. Amerikanın Hollywood tarafından gelen kötü filmlerle büyüyen bir jenerasyonun, film zevklerini eleştirmek ne kadar doğru olur bilinmez. Fakat genç sinemacılarla beraber yükselen, ustalarında önemli katkılarda bulundukları son zamanlarda ortaya çıkan önemli Türk filmlerini de, sinemaya gidip izlemek yerine , “nasıl olsa yakında televizyon ekranlarına düşer” mantığı ile gitmeyip, onun yerine başka bir filme girmek bence eleştirilmesi gereken gerçek konudur. Eğer bu bir milliyetçilik ise, evet bu bir sanat milliyetçiliğidir. Büyük bir yükseliş içerisinde bulunan sinemamıza destek sinema salonlarında verilmelidir. İstatistiklere yansıyan izleyici sayıları ve gelirler sinema sektörü için çok önemlidir. Bu tartışmasız bir gerçektir.
Bir başka anlam veremediğim konu ise, izleyicinin, sevmediği bir oyuncunun oynadığı filme baştan notunu kocaman bir sıfır olarak vermesi olayıdır. Bu konu bana her zaman kendi içinde çelişkili bir durum olarak gelmiştir. Yani nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmediğimiz birçok oyuncunun filmini izleyip, o oyuncuya övgü dolu sözler söylediğimiz halde, çeşitli nedenlerle bize antipatik gelen bir oyuncunun oynadığı filme sırf onun yüzünden başdan notumuzu vermekteyiz. Örnek vermek gerekirse Mel Gibson ve Tom Cruise gibi iki değişik tarikata üye olan ve bu tarikatlar için önemli hizmetlerde bulunan oyuncuların filmlerini kaçırmayan, bu oyuncuları ağzı açık bir şekilde izleyen bazı izleyicilerin, örneğin “Cem Özer’i sevmem, çok antipatik” diyerek Adem’in Trenleri filmini izlememesi, hem o filme emeği geçen diğer sinemacılara ayıp, hem de Cem Özer’in kendisine ayıptır. Bu konu benim dün Adem’in Trenleri filminin dvd’sini izlerken aklıma geldi. Cem Özer yüzünden filme gitmeyen, izlemeyen birçok insan vardı etrafımda ve nedense bende etkilenmişim. Cem Özer benimde haz ettiğim biri değil, fakat ortaya koyduğu oyunculuk bana görenin altını çizerek söylüyorum çok başarılı. Ama başarılı değil demek için de, ne yaptığını bilmek ve izlemek gerekir diye düşünüyorum. Eğer böyle yapmazsak, Mel Gibson’un yanında Cem Özer’e haksız davranmış oluruz.
Birçoğumuz için sinemamız hayatımızın önemli eğlence unsuru olmuşdur. Benim görüşüm bu sektöre sinema salonlarına giderek yada orjinal dvd alımları ile destek olmak şeklindedir. Milli futbol takımının antrörünün aylık maaşının 130 milyar olduğu bir ülkede, sinemacılarında önemli paralar kazanmasında bir sorun olduğunu zannetmiyorum. Sanatçı üretken olmak için rahat yaşamak zorundadır, kafasının özgür olması gerekir. bu ülkenin bir ayda 130 milyarda,örneğin Çağan Irmak'a verip, ondan bir film çekmesini istediğini, muhtaşem karakter ve olaylarla dolu tarihimizin herhangi bir bölümünün filmini yapmak için girişimde bulunduğunu hayal ediyorum da. galiba sadece hayalimle kalıcam.

23 Aralık 2007

taktım anteni vücuduma
sinyaller akıp gidiyor damarlarımda
yok artık ihtiyacım bir televizyon ekranına
eXistenZ----T.V.O.D

12 Aralık 2007

30 yaş genci



Yılbaşı yaklaşıyor. 2008 yılı içinde Taylan 30 yaşında olucak.
Bugün öğlen yemeğini yemek için Kaan ve Suphi'nin yanına giderken bu yaşın anlamını düşünüyordum. Yürüdüğüm yol Taksim Harbiye arasındaki yol. Bundan 10 sene önce yine aynı yoldan yürürdüm. Yanımda genellikle Kaan olurdu. O zamanlar en büyük eğlencemiz Captain Hook. Kulağımızda hep aynı şarkılar. Aradan 10 sene geçmiş, hala aynı şarkılar. Yürüdüğüm caddeye ve geçen 10 seneye nispetle yaşlanmamışım, gençleşmişim.
O günlerin anısına, Kaan'a. Nede olsa o da 30 olucak.

GORALI

Tostlara verilen garip isimlere bayılıyorum. Sanki hepsi içinde bir hikaye barındırıyormuş gibi. Bildiğimiz kaşarlı sucuklu tosta “yengen” demenin mantığını şuan için bilemesemde “goralı” denen muhteşem buluşun hikayesini biraz da olsa aktarayım.
İstanbul’da özel bir büfe kültürü var. İsimleri ile ünlü bir çok büfe var, bu büfeler artık zincirleme dükkanlar açmaya çokdan başladılar. Taksim meydanındaki büfelerin yarısını “Bambi” ele geçirmiş. Kızılkayalar hamburgeri ile efsane olmuş durumda ve şehrin değişik yerlerine şubeler açmakta. “Şampiyon” yada “mercan” da kokoreç ve midye konusunda markalaşmış durumdalar. Bu markalaşmış büfeler, artık markalaşmış ürünlerde ortaya çıkartıyorlar. Kızılkayalar’ın hamburgeri, Bambi’nin kaşarlı dürümü gibi. Ama bazı ürünlerin isimleri şehrin her yerinde aynı. Bu isimlerden biri de “goralı”. Ama malesef gerçek goralı’yı yemediğimizi ufak bir araştırmadan sonra hemen öğrenebiliyorsunuz. Herkesin evinde bile yapabileceği kadar kolay bir yiyecek değilmiş goralı. evimizde sosisi hazırlayıp, üzerine amerikan salatasını koyup( ankaralılar rus salatası derler ) , isteğe bağlı olarak turşu ve ketçap, mayonez’i sandviç ekmeğinin arasına koyduğumuz zaman elde ettiğimiz bir goralı değilmiş. Bu büfeler yıllardır bizleri kandırıyorlar, bizlere goralı adı altında basit bir sosisli sandviç sunuyorlar.
Cem Yılmaz’ın filmi ile çok haşır neşir olduğumuz Goralı ismi, filmi yapanların tamamen uydurma demelerinin aksine, aslında yeryüzünde bulunan bir kavim . Gora, Makedonya’da dağlık bir bölgenin adı ve burada yaşayanlara ise goralı denmekte. İşde bu bölgeden göçüp ülkemize gelen ve goralı soyadını alan goralı kardeşlerin bir ürünü gerçek “goralı”. İşin püf noktası etinde. Formülünü kendileri biliyor ve kimse ile paylaşmıyorlar. On dört farklı goralı çeşidi olduğunu söylüyor goralı kardeşler. Bu çeşitliliği karışımları oluşturan malzemelerin çeşitliliği sağlamakta imiş. Gerçek goralı’nın adresi belli. İlk goralı yapan büfe, çoğu Ankaralı’nın bildiği gibi, sakarya caddesindeymiş. Şevket Goralı’nın sahibi olduğu bu yer, kardeşi Ferit Goralı’nın askerliğini yaptıktan sonra İstanbul’a göçmesi ile İstanbul’a da taşınmış. Bugün halen Fındıkzade’de ki dükkanlarından Goralı satmaya devam ediyorlar Ferhat Bey’in torunları . Markalarını tescilleştirmiş durumdalar ama bütün şehirde “goralı”olarak basit bir sosisli sandviçin satılmasına da kızıyorlar. Bundan sonra goralı istemek yok büfelerde, “sosili ver abi, üstünede amerikan koy”. İlk fırsatta da Fındıkzade de gerçek goralı yemek gerek.

07 Aralık 2007

ASIM CAN GÜNDÜZ -- AWESOME JOHN


Belkide dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gitaristlerinden biri Asım Can Gündüz. O elinde gitarı ile yaşıyor ve onu bir kez izlemeniz, onu dünyanın en büyük gitaristleri sınıfına almanıza yetecektir . Biraz Amerikalı biraz Türk’tür. En azından konuşması böyledir. Amerikalı tarafı çok küçük yaşlarda ailesinin amerkaya gitmesiyle başlamış Asım Can Gündüz’ün. New York sokaklarında birçok etnik müziğin içinde büyümüş, ilk gitarını eline aldığında yaşı onbirmiş. Biryerlerde okuduğum ve eğer birdaha karşılaşırsam kendisine mutlaka soracağım bir konu var, o da aslında dünyaya parmaklarının bitişik olarak doğduğu. Bu parmakların arasını kendisinin cam parçasıyla kesip, elini annesine gösterdikten sonra bayıldığını, ama parmaklarını ayırmayı başardığını okumuşdum. Böyle bir insanın aslında gitar çalmaya pek de elverişli olmayan el yapısına rağmen böylesine muhtaşem gitar çalmasını çok iyi açıklıyo olsa gerek. Amerika’da, yurt dışında adını Awesome John olarak duyurmuş ve öyle de biliniyor. 1980’den hemen sonra ülkemize temelli dönüş yapmış. Şuan bile vatanımıza göre oldukça enerjik ve antipatik olan bu üstad o zamanlar boy gösterdiği televizyonda özellikle amerikan ağzı ile konuşması ile oldukça tepki almış. Tepki aldığı kadar ise çaldığı gitar ve yaptığı müzik ve bazılarına sempatik gelen kişiliği sayesinde belli bir hayran kitlesinede sahip olmuş. Yıllar boyunca televizyonlarda ve radyolarda birçok önemli programa imza atmış. 1991 yılında yaptığı albüm argo kelimlere barındırdığı için yasaklanmış. Ülkemizde günümüzde bile bu konuda bir bandrol konulamadığını, yabancı dilde bütün sanatçı ve grupların albümlerine koydukları bandrolle avaz avaz küfrederek ülkemizde satış yapmalarına rağmen, kendi sanatçı ve gruplarımızın böyle bir hakkı yok. Neyse Asım Can Gündüz’e gelirsek, mutlaka canlı olarak izlenmesi gereken bir üstad olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Vücudunun her noktası ile dişiyle, diliyle, poposuyla, her yeri ile gitar çalabilir, neredeyse her hücresi ile gitar çalar, bitmeyen enerjisi ile sizi şok edebilir, şarkıdan şarkıya nasıl geçtiğini sizler anlamazsınız, sahnede her türlü şekle girip size garip şovlar yapabilir. Son derece doğal olarak yapar bunu.
Bünyesinde bu kadar yetenek barındırırken fazla tanınmaması kendi suçumu, değerini bilemeyen izleyicilerin mi suçu bilinmez ama şimdilerde o vaktini yazları turistleri eğledirme bahanesi ile Marmaris’de geçiriyor. Bu sıralar ise yeniden Kemancı’da sahne alıcağını duydum, mutlaka yakın zamanda imkan bulursam kendisini canlı olarak tekrar izlemek istiyorum. Birde kitap yazıyormuş, nasıl bir kitap olabilir ki bu.
www.asimcangunduz.com

06 Aralık 2007

The Best Taxi Driver - İhsan AKNUR

Taksilerden oldum olası haz etmiyorum. Taksi’ye binersin “merhaba” yada “iyi günler” dersiniz, cevap olarak kafasını ters tarafa çeviren bir şoför bulabilirsiniz. Yada cevap olarak ne dediği anlaşılmayan,”merhaba” demeye bile üşenen bir taksi şoförünü. Önünde ilk hatalı sürüş yapan diğer şoföre kükreyerek bağırabilir, bir anda vücuduna enerji gelebilir. Adamların sanki seni istediğin yere götürmesi bir işkence gibi gelir. Müşteri seçerler, o tarafa gitmem derler v.s. Hepsi böyle değildir tabii ki. Arabalarına bindiğin için sana dövecekmiş gibi bakıp, hiç konuşmayanlar kadar çok olmasada tam tersi olanlar, çok kibar ve saygılı olanlara da rastlayabilirsiniz. Ama ben İhsan Aknur gibisini hiç görmedim. Şuan onun arabasına binmek için can atıyorum. National Geographic’de taksi belgeselini birkaç kez izlemişdim. Ama malesef asıl izlemem gereken bölümü kaçırmışım. Belgeselin en çok izlenen bölümüne imza atmış sayın abimiz. Geçen hafta bir arkadaşım gönderdiğinde bu video’yu çok gülmüşdüm. Mütiş eğlenceli, biraz deli bir abimiz İhsan Aknur. Zaten kendisi de “ben normal değilim” diyerek bunu ortaya koyuyor . İlk olarak taksiciliğe turistlerin yoğun olarka bulunduğu Sultanahmet’de başlamış. Kafasına koymuş yabancı dil öğrenmeyi ve ingilizce öğrenmiş. Takside bir not defteri tutmaya başlamış, bittikce yenisini açmış. 1000’lerce sayfadan oluşan müşteri notları var. Yakın da kitap olarak çıkarırsa şaşırmam. Birçok televizyon kanalında boy göstermiş. http://www.besttaxidriver.com kendi internet sitesinin adresi. Görüldüğü üzre kendini en iyi taksi şoförü ilan etmiş. Sitede yer aldığı televizyon programlarının görüntüleride bulunmakta. Zamanla İhsan Aknur’un popülerliği arttıkça arkadaşları yurt dışından olmaya başlamış. Hayatı oldukça hızlanmış, karısı bu durumdan rahatsız olunca boşanmışlar. Film gibi bir hayat yani, eminim yazılacak çok şeyi vardır ama, bu adam öncelikle yaşanır. Gayrettepede imiş taksi durağı aklıma kazıdım ben.

05 Aralık 2007

TOKYO SKA PARADISE ORCHESTRA


TOKYO SKA PARADISE ORCHESTRA adında anlaşılacağı gibi Japon Ska orkestrası. 80’lerin başında Tokyo sokaklarında çalarak başlamışlar. 1989 yılında ise çıkardıkları albümle önce Japonyada daha sonra ise avrupa’da önemli festivallerde çalmaya başlamışlar. Monster Rock adlı şarkı, önemli listelere girmeyi başarmış. Benim bugün size verdiğim linklerden biride bu şarkıya ait. Video’da da göreceğiniz gibi, önemli festivallerde önemli kalabalılara çalmışlar. Kendi ülkelerinde ise Yokohama Arena’da 15.000 kişiyi sadece kendileri için toplayarak önemli bir başarı elde etmişler. Japon bir grubun ska yapması bana çok ilginç gelsede, çok sesli orkestrasıyla ve sahne şovlarıyla bu işin hakkını verdikleri kesin. Ben izlediğim videolarında saksafon, trompet, trombon, klavye, gitar, bas gitar, perküsyon, mızıka ve tabii ki bateri gördüm. Bu noktada ülkemizin yegane ska grubu demesekte hali hazırda ska müzik icra eden Athena grubuna da gönderme yapmak istiyorum. İzlediğim büyük festivallerde Rockİstanbul, Rock’n Coke gibi trompet ve saksafon kullanan Athena’nın müziği çok daha çekici ve güzel gelmekte idi. Ne olduğu tam bilinmez ama grubun kurucuları yani sahipleri Gökhan ve Hakan kardeşlerin grubu büyütüp, örnekte olduğu gibi bir orkestra şekline dönüştürecekleri, avrupanın önde festivallerinde kendilerine yer edinebilecekleri yerde sürekli değişen sayıları ile iki kişi olarak yola devam etmekteler. Bu japon kardeşleri izledikten sonra ve başarılarını okuduktan sonra çok daha başarılı bir sound’u olduğunu düşündüğüm Athena grubunu daha önemli yerlerde görebileceğimizi düşünüyorum.Tokyo Ska Orkestrasına gelince 1989 yılından beri başarılı birçok albüme imza atmış durumdalar. Sayıları zaman zaman değişsede şuan 10 kişi olarak yola devam etmekteler. Sahne şovlarında, özellikle solistlerinin yaptığı şovlar öne çıkmakta. Gitarını sahnede kırmaktan, hoparlörlerle sevişmeye kadar ilginç şovları var. Ülkemizde yapılan festivallere grupların daha yüksek ücret istedikleri kaçınılmaz bir gerçek. Bence organizatörlerin kaçırmaması gereken, maddi olarak da fazla zorlamıycak bir grup olabilir. Bizlerde birde canlı olarak dinleyip notumuzu tam olarak verebiliriz.

04 Aralık 2007

jimi hendrix - wild thing (monterey pop festival 1967) yanan gitar


Bugünkü görüntüler dünkü yazımlada bağlantılı. Gitarını sahnede yakan Jimi Hendrix ve o görüntüler.
Jimmt Hendrix bazılarına göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gitaristi. Bu video’da sanki bu iddiaların açıkça kanıtı gibi. Görüntülerin başında gitarını kullanışı ve çıkardığı sesler inanılmaz. Şarkı Wild Thing. Bu şarkı başkaları tarafından kaç kere yorumlandı, cover olarak kaç albümde yer aldı, kaç bar grubunun repertuarında var bilmiyorum ama hiçbirinin bu şarkıyı bu kadar etkileyici çalamadıklarından eminim. Kendinden önce sahneye çıkan Peter Townsend gitarını kırınca, daha iyisini gitarını yakarak kıran Jimi Hendrix. Günümüzde kendilerine rockstar diyen sözde rockçıları düşünüyorum. Gitar bile çalmayı bilmeyenler var aralarında. Önemli olanın saçlarını değişik yapmak, değişik giyinmek olduğunu zannedenler, kendilerini belli bir ideolojinin, markaların, imaj yaratıcılarının, tv yapımcılarının, plak şirketlerinin, gazetecilerin esiri yapmış, bağımlı sözde rockstarlar. Artık düzen bu olmuş ve çoğunluğu bu şekilde. Oysa gerçek rock müziğin bütün bu sahtelikten uzak olması gerekir.
Derin konulara girmeden Jimi Hendrix’in üstün gitar çalış yeteneğinin başlıca sebebinden bahsetmek istiyorum. Hendrix solaktır. Ama o zamanlarda solaklar için gitar pek yaygın değil. Gitarını ters tutarak çalmayı öğreniyor Hendrix, bu da ona serbest ve özgür bir şekilde gitarı vücudunun heryerinde çalma özelliğinin gelişmesine tabii ki katkıda bulunuyor. 27 yaşında ölen rockstar’lardan biridir Jimi Hendrix. Aynı festivalde ise yine 27 yaşında ölmüş olan başka bir efsane Janis Joplin’de sahne almış. Günümüzün müziğine bile yön veren kişi ve gruplarla dolu 1967 yılındaki monterey pop festival. Yanda 3 gün süren bu festivalin listesi var. Çok güçlü bir liste. 1969 yılında yapılan meşhur woodstock festivalinin öncüsü gibi.

03 Aralık 2007

CANNED HEAT

Bugünkü şarkımız Canned Heat’den. Montrey’den. Montrey bu müzik için dünyanın en önemli noktası. Jazz ve Blues festivalleri ayrı ayrı düzenleniyor ve hala devam ediyor. Kaydın alındığı tarih 1967. Artık hepimizin bildiği insanlar. Gerçek 68 kuşağı.
Şarkının belki çok bir önemi yok. Çok ahım şahım bir şarkı değil. Ama bugün bu şarkıyı seçmemin iki nedeni var. İlki festival alanında tek bir siyahın bile olmaması. Siyahların müziğini çalan beyazlar, oturarak onları izleyen beyazlar. Günün koşullarında tabbii ki imkansız bir durum siyahların orda olması. Ama onlarda orda olsaydı, bu alan nasıl olurdu diye düşündüm. Sanrım daha eğlenceli bir ortam olurdu. İkinci nedenim ise bu insanların giyim ve saç tarzları. Erkeklerin saçları için diyecek pek fazla birşeyim yok ama özellikle hanımefendilerin saçlarının mükemmel olduğunu, bu mükemmelliğinde sadelikten geldiğini düşünüyorum. Yazımı okudktan sonra bir daha izleyin ve gözlüklere, şapkalara, renklerin çokluğuna bakın. Hepsi mükemmeller.
1967 yılında yapılan bu festivalde The Who grubuda sahne almıştı. Grubun ünlü gitaristi Peter Townsend sahnede gitarını kırıyor. The Who’dan sonra sahneye çıkacak olan isim ise Jimi Hendrix. Sahnede gitarın kırıldığını gören hendrix tabii ki bunun daha iyisini yapmak istiyor ve sahnede gitarını yakıyor. Kafasının üzerinde yanan gitarı tutan fotografı o zamanlar Amerika’yı baya karıştırmış.
http://www.youtube.com/watch?v=UEOUWQ1Qm5I&feature=related

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...