01 Ekim 2013

Arkamdakilere nasihat...



Siz siz olun milletin ağız kokusunu çekmeyeceğiniz bir iş kurun kendinize. Güçlü olun.

Hayat emeğin karşılığını artık vermiyor. Ama siz verin… 

Çalışanlarınızın ne kadar emek harcadığını, ne kadar çalıştığını, kendini işine ne kadar verdiğini takip edin. Çalışanlarınızı mutlu ederseniz onlarda sizi mutlu eder. Çalışmaya zorunlu olan insanın üzerinden, emeğinin gerçek karşılığını vermeyerek onu çalıştırmak emek hırsızlığıdır. Hırsız olmayın. 

Hak yemeyin, emek çalmayın, adaletli olun, adaletli olmak için korkmayın. 

Bir gün belki paranız biter, ama onurunuzda bitmişse, hayatta biter…

20 Eylül 2013

Hayal, hayallerim, Ali İsmail'in Hayalleri?

Şuan otobüsle İzmir'den İstanbul'a giderken üniversite yıllarında yaptığım sayısız otobüs yolculukları aklıma geldi. İstanbul-Ankara arasını kaç kez gittim kim bilir.

Yolculuklarımda unutamadığım, yada beni en çok etkileyen olay 1999 Gölcük Depremi sonrasında otoban kenarına kurulan çadırkent'ler. Yıllarca her yolculuğumda yanından geçtiğim ve seyretmekten başka hiçbir şey yapamadığım acı alanları.

Diğer bir aklımda kalan ise Bolu Dağı’nda verilen molalar. Neredeyse her mola aklımda poster. O kadar çok sevdim ki o dağda, ormanın içinde biraz durabilmeyi.

Yolculuklarımdan aklımda kalan diğer bir durumda hayallerim. Hayallerime yön verende hep kulağımdaki müzik. Bu yazıyı da aslında yine hayal üzerine yazıyorum. Kulağımda yine müzik ama hayal yerine gözümde daha çok uyku. Hayal kurmak yerine uyumanın daha kolay geldiği yaşta yada hayat yorgunluğundayım.

Hayatım, gerçekleştiremediğim hayallerimle dolu. Ama bu mutsuz olduğum anlamına kesinlikle gelmiyor. Aslında tam da tersine hayata daha güçlü bağlar insanı hayaller. İlla da gerçekleşmesi gerekmez. Hayallerde gerçekler kadar güzeldir.

İstanbul-Ankara arası yolculuklarımda kurduğum en büyük hayalde neydi biliyor musunuz? Yine yolculuk...
Bir organizasyon hayal ederdim kulağımdaki müziklerin etkisiyle. Bir otobüs. O otobüsü dolduran ünlü müzisyen ve grupları. Organizasyonu benim ve arkadaşlarımın yaptığını, gönüllü bir turnede olduğumuzu, konserlerin doğuda olduğunu, gittiğimiz yerlerin otobüstekilerin daha önce konser vermediği yerler olduğunu hayal ederdim. Hatta organizasyonun çok etkili olduğunu ve büyük şehirlerden de gençlerin bu konserlere geldiğini, benim gibi insanların doğuda, daha önce hiç gitmediği ve bilmediği insanların yanına, saçma siyasetçilere inat bir araya geldiklerini hayal ederdim. Ve biliyordum ki barış istiyorsanız bu işi bırakmamanız gereken tek grup var, siyasetçiler...

Ne kadar da safça bir hayalmiş oysaki...

Safça da olsa güzeldi işte ve hayallerde gerçekler kadar güzeldi.
Bazen daha da güzel...

Ben Ali İsmail Korkmaz'ın yaşında, korkmadan hayal kurmaya başlamıştım... Onun hayallerini hayata geçirmesine izin vermediler...
Artık hayallerden bile korkuyorlar...

13 Eylül 2013

Osmanlı'yı kim yıktı, peki Cumhuriyet?

Bir ülkenin başına gelebilecek en kötü şey kesinlikle cehalettir.

Yıllarca tarihi nefret ettirdiler her öğrenciye. Viyana kapılarına dayanmış Osmanlı Ordularını büyük bir gururla kitaplarda okuttular. Okutmadılar doğru tarihi, yorumlatmadılar. Cehalet çığ gibi büyüdü. Oysaki Osmanlı ne zaman başarılı oldu, sorgulamadılar. Osmanlının bilgiye önem verdiği zaman yükseldiğini, bağnazlık ve cehaletin olmadığı, İslam’ın araç değil ruhuna uygun şekilde yaşandığı zamanda yükseldiğini göstermediler, yorumlatmadılar. Fatih Sultan Mehmet’in ,Yavuz Sultan Selim’in dönemlerine bakın. Medreselerin bilim ürettiğini görürsünüz. Ne zaman ki Osmanlıda medreselere, yönetimlere Şeyhülislam fetvaları hakim oldu, bağnazlık ve bilgisizlik hakim oldu, işte Osmanlı o zaman yıkıldı. Kendi portresini gururla yaptıran padişahtan yüz yıllar sonra Osmanlı resmi günah saydı, haritalara bakmaya korktular, günah diye... Daha niceleri… Şimdi bazıları kalkmış televizyon ekranlarında Osmanlıyı yıkan Atatürk diye konuşmalar yapıyor. Kendi cehaletlerini duyuruyorlar, satıyorlar. Oysa ki Osmanlıyı yıkan Atatürk değildir, Osmanlının ta kendisidir, ki unutmasınlar Atatürk aslında bir Osmanlı paşasıdır.  

Yıl 1580... İstanbul Tophane'deki Rasathane top atışları ile yıkılıyor. Bütün aletler paramparça ediliyor, bilim adına ne varsa imha ediliyor. Rasathane'nin kurucusu Takiyüddin önünde ağlıyor, şeyhülislam ve halk zafer çığlıkları atıyor. Alın size Osmanlı'nın yıkılması... O toplar aslında Rasathaneyi değil, bilimi, ilmi, Osmanlıyı yıkmaya başladı.

Değişen ne...

Yaşananlar aynı, rejim farklı, hepsi bu...

Peki, Cumhuriyetin yıkılması için ülke rejiminin adının değişmesi gerekiyor mu?

Neden Eleştiremiyoruz?



Ülkemizde bir laf kalıbı var. “Tabi ki eleştiri olacak, ben eleştiriye her zaman açığım, ama eleştiri yapıcı olacak.” Bu ülkede yaşıyorsanız yüzlerce kez bu söyleme maruz kalıyorsunuz demektir.  Peki, hiç şunu duydunuz mu? Bu eleştiri gerçekten çok yerinde, “yapıcı”, bu eleştiriyi ciddiye alacağım! Ben duymadım, duyduysanız şanslısınız. 

Dün, Bogdan Tanjevic’in istifasının açıklanacağı basın toplantısı 2 saat sürdü. Toplantının belli bölümlerinde TBF Başkanı Turgay Demirel, A Milli Takım Menajeri Harun Erdenay ve Milli Takım kaptanı Hidayet Türkoğlu, öncelikle İbrahim Kutluay’a gönderme yaparak, “yapıcı olmayan” eleştirileri şikayet ettiler. 

Bu edilen şikayet ülkemizin bir hastalığı. Başarısızlığı net olanın sığındığı bir kapı.

İbrahim Kutluay eleştiri yapıyorsa işinin gereği yapıyor. Eğer bizim gördüğümüz yanlışları bize anlatmazsa işini kötü yapmış olan bir yorumcu olur. Asıl görevi olmasa bile, Hido’nun vurgu yaptığı “milli takım kaptanı” sıfatı yüzünden, yine eleştiri yapma hakkı vardır. Ne bekleniyordu? Takım çok iyiydi, attık ama girmedi, şanssızdık denmesini mi? Eleştiri yapanların ne söylenmesi isteniyor?

Üstelik bir de durum öyle bir noktaya geliyor ki, eleştiriler karşısında başarılı kariyerler anlatılıyor. Konu o sporcunun kariyeri yada takımın tarihi değil ki. 

Samimiyetle (Tanjevic’in dünkü toplantıda yapmaya çalıştığı gibi) hataların konuşulması neden kötü olsun? Neden o şapkayı önlerine koymazlar? 

Milli takım forması o, tabi ki çağrıldığınızda düşünmeden (maddi-manevi) geleceksiniz. Bunu defalarca dile getirmenin ne anlamı var? 

Çağırılıp da gelmeyeni rahat rahat konuştuğunuz gibi hak ettiği halde takımda olmayanların da konuşsanız… 

09 Eylül 2013

MOLA



Bir basketbol takımını anlamak için mola anlarına bakabilirsiniz. 

Koça inanmış, güvenmiş takımlarda molalarda konuşan bir otoriteyi görürsünüz. Koçu anlamaya çalışan, söylediği cümleyi bırakın kelimelere odaklanmış basketbolcuları görürsünüz. O takımın molasında koç konuşur, yardımcı antrenörler koçu izler, bir şeyler öğrenmeye çalışır, koçun görmediği önemli bir unsur varsa uyarır, bunu oyuncularda yapabilir. Takım olmak böyle bir durumdur ve takım görüntüyü bir araya gelindiğinde verir. 

Birde koça güveni kalmamış bir takım molasına bakın. Oyuncular gökyüzüne bakar, birbirleri ile konuşur, sularını içerler ve koç bir şeyler diyorsa arada sırada kafa sallarlar, dinliyormuşçasına. Mola bitiş kornasını duyduklarında koç konuşuyor olsa dahi yerlerinden kalkıp, başka noktalara bakarak sahaya girerler. 

Bugün amatör bir takıma gidin, daha ilk maçta, molalarda, oyun ve pozisyon anlatmak yerine “hadi aslanlarım” diyen antrenör görürseniz bilin ki, ilk maçın sonunda o oyuncular yöneticilere bu durumu aslan oldukları halde şikayet edeceklerdir. Bunun en başta ki nedeni bu durum karşısında maddi bir çıkarlarının olmamasıdır, yanlış olanı gözlemledikleri için bunu düzeltme istekleridir. Basketbolda en önemli unsurlardan biri konuşmaktır, doğru iletişimdir. 

Ben A Milli Basketbol takımımıza baktığımda konuşmayan bir takım görüyorum. Yüzlerinde mutsuzluk ifadesi, bazılarında milli formanın ağırlığı ile bireysel mücadele isteği… Ama ağızlar kapalı. Basketbolda saha içinde konuşmak “yardım” anlamına gelir. Ne saha içinde konuşuyorlar, ne molada koç konuşuyor. İletişim yok, koça inanç yok. Oyun tahtası olmayınca gözler apayrı yerlerde. Yeryüzünde board kullanmayan tek antrenör kaldı, Bogdan Tanjevic. 

Durum bu iken, o takımın adı da milli takımken, oyuncularımızın da amatör ruhlarına biran için bile olsa dönmeleri gerekmez mi? Yanlış düzenler, yanlış pozisyonda oynamalar… Bunların hepsi kendilerine de zarar veriyorken, neden konuşmazlar?

Önce Spor Kültürü



Bu saçmalıkları bu ülkede hep gördük, görmeye de devam ediyoruz. Etrafınıza bakın olimpiyat hakkında mantıklı bir açıklama yapan herkesi, neredeyse vatan hainliği ile suçlayacaklar. Olimpiyatın neden 5. Kez alınamadığı hakkında yorum yapmakta neden bir sıkıntı olsun. Herkesin kendi gibi düşünmeyenleri eleştirdiği ama eleştirinin ne anlama geldiğini bilmeyen bir ülkeyiz.
Bugün bir yerlerde spor namına bir köşesi olan, lafını söyleyebilecekleri bir platformu olan herkes olimpiyat adaylığı ve süreci ile ilgili yazılar yazıyor, söylemlerde bulunuyor. Bu işin nasıl olduğunu, adaylık sürecinin nasıl işlediğini bilmeden, daha önceki hiçbir adaylık sürecine göz atmadan sağdan soldan aldıkları bilgilerle, düşünmeden, kopyala yapıştır laflarla gündem yapıyorlar ve merak etmeyin yarın yine futbollarına geri dönecekler. Günün modası olimpiyatları İstanbul’a vermeyen komitenin tu kaka olması.
Bakın daha geçen sene aynı insanlar Londra olimpiyatlarında başarılı olamayan yüzücülerimize neler yazmışlardı, haksız yere onları başarısızlıkla suçlamışlardı. Hayatları boyunca yüzmeyi takip ediyormuş, bu ülkenin yüzme olanaklarını çok iyi biliyorlarmış gibi. Bir de sonra bakın atletizm başta olmak üzere bu ülkenin son 1 yıl yaşadığı doping skandalları ile, mesela “maddi manevi Hidayet Türkoğlu” ile ilgili bir kelime etmişler mi? Her söylemleri, her yazıları siyasi iken çıkıp bir de olimpiyatları İstanbul’un almamasını “siyasi” olarak niteliyorlar. O zaman oluşan bu durum bu ülke için bir siyasi başarısızlık mıdır? Elbette değildir ama sığ düşünceleri kendi içlerinde de çelişiyor.

Olimpiyatı almamanın birçok nedeni olabilir. Siyasi, doping, güvenlik, coğrafi, dini, altyapı, maddi… Ne olursa olsun benim gördüğüm Hasan Arat ve ekibinin hiçbir adaylık sürecinde olmadığı kadar bu ülkeyi iyi temsil etmiş olmaları ve bu sürecin devam etmesinin gerekliliği. Bu süreç içerisinde bence önce bir Dünya Atletizm ve Yüzme Şampiyonası istesek, alsak, buralarda organizasyon antrenmanı yapsak fena olmaz mı?
Bu ülkenin spor alanında ki en büyük sorunu, bu ülkenin bir “spor kültürü” olmamasıdır. Önce bunun bilincine varalım. Tanıl Bora 05 Eylül 2013 günü Radikal gazetesinde ki köşesinde yazdığı “bize göre bir şey değil” yazısında aşağıdaki cümlelerle bu konuda hissettiklerimi çok iyi ifade etmişti.
“Kendisi spor yapmış birisi, sekizinci gelen yarışmacının gayretini, becerisini küçümsemeyecektir. Olimpiyatın ticariliğini, performatifliğini biliyoruz elbette... Olimpik ruhu kurtaran, insanın yeteneğini işlemesini bir estetik tecrübe olarak minnettarlıkla izleyen seyircinin sarf ettiği temaşa emeğidir biraz da. İşte, bizde o emek gücü kıt! Hele ‘bizimkiler’ de yarışmıyorsa, iki tek dümenciliyi, 200 metre kelebeği kim izleyecek? Bir cimnastikçi, göğsündeki bayrağa bakmadan, hak ettiği samimi hayranlık uğultusunu tadabilecek mi?” .

19 Ağustos 2013

Aldous Huxley 1946 yılında bu günü mü anlatıyor?

Aldous Huxley'in 1946 yılında Cesur Yeni Dünya kitabının önsözünde yazanlar hala güncel ve bu günü anlatmıyor mu? 

"Elbette ki, yeni totaliter sistemlerin eskilerine benzemesini gerektirecek hiçbir neden yok. Hükümet polis copları, idam mangaları, yapay kıtlıklar, toplu tutuklamalar ve sürgünlerle insanlık dışı değil (bu günlerde buna kimse aldırmıyor), yetersiz de-bu kanıtlanabilir; ve ileri teknoloji çağında yetersiz olmak Kutsal Ruha'a karşı işleniş bir günah. Gerçekten "etkin" bir totaliter devlet, siyasi şeflerin tüm gücü elinde toplayan hükümeti ile yönetici ordularının, köleliklerinden hoşnut oldukları için üzerlerinde baskı kurmaya gerek olmayan köle bir nüfusu buyruğu altında tuttuğu devlettir. İnsanlara köleliği sevdirmek, günümüzün totaliter devletlerinde propaganda bakanlarına, gazetelerin yayın yönetmenlerine ve öğretmenlere verilen görev, budur."

18 Ağustos 2013

42 ve İntouchables

2 film önerisinde bulunmak istiyorum. İki filmde gerçek hayat hikayelerini konu alıyor.
Önereceğim ilk film olan "42" bir spor-dram filmi olarak gözükse de aslında bir tarih filmide diyebiliriz. Çünkü filme konu olan Jackie Robinson, Amerika ve aslında tüm dünyada hala gündemde olan "ırkçılık" cehaletine karşı beyzbol sahalarında yapılan ilk baş kaldırıyı anlatıyor.Tamamen beyazlardan oluşan bir lige 1940'lı yılların sonunda Brooklyn Dodgers takımının sahibi Branch Rickey'in bir siyahi oyuncu oynatma isteği ile gelişen olayları filmde etkileyici bir şekilde izleyebilirsiniz.
Jackie Robinson dünya spor tarihi için en önemli isimlerden biridir. O saha içinde ve dışında aldığı tehditlere kulak tıkayarak, herkese sahada cevap vermiştir. Amerikada siyah insanların eşit şartlarda çalışmasına öncülük eden isimlerin başında gelir. Mücadelesi sevilmek yada sevilmemekle ilgili değil, yaptığı işe saygı duyulmasıyla ilgilidir. Bunu da başarmış biridir Jackie Robinson.
Onun 42 numaralı forması tüm beyzbol takımları tarafından emekliye ayrılmış ilk formadır. Ayrıca her yıl 15 Nisan günü tüm beyzbol sporcuları maçlarına 42 numaralı forma ile çıkarak müthiş bir geleneği yaşatmaktadırlar.
Filmle ilgili not düşeceğim bir konuda Branch Rickey'i oynayan Harison Ford'a uygulanan müthiş oyunculuğu ve ona yapılan makyaj. Onu daha önce hiçbir rolde bu kadar iyi görmediğimi, hatta pek de haz etmediğim kendisi ile ilgili fikirlerimin değiştiğini itiraf etmeliyim.
Önereceğim ikinci film ise oldukça geç kalarak izlediğim ama iyiki de izlediğim müthiş bir film, İntouchables- Can Dostum.
Hiçbir ortak yönü, zevki bulunmayan iki insanın bir araya gelişini anlatan film bence gerçekten sıradışı. Abartmak istemiyorum ama notum 10 üzerinden 10. Müthiş oyunculuklar, müthiş müzikler, müthiş espriler... Boynundan aşağısı felçli olan birini konu alan bir dram filminde kahkaha moduna geçerek bu kadar güleceğinizi tahmin edemezsiniz. Hala izlemediğiniz bir filmse şiddetle tavsiye ediyorum ve bu yazıyı filmin başında yer alan ve benimde çok sevdiğim bir şarkı ile bitiriyorum.
http://www.youtube.com/watch?v=UDHvAgYkhN8

Futbolcu


Futbol, çalışanlarını, işçilerini, popülerlikleri nedeniyle karşımıza "davranışları herkes tarafından konuşulan ve hatta örnek alınan” bireyler haline getirebiliyor.

Günümüz dünyasında futbol ekonomisi, dünyanın en büyük ekonomileri arasında yer alıyor. Milyon dolarların havada uçuştuğu ve aslında ürünün değerinin çok ama çok üstünde satıldığı bir Pazar futbol. (Avrupa ölçeğinde yıllık cirosu: 14.6 milyar Euro (1)) Birçok sektörle doğrudan ilişkisi var, Medya, Reklamcılık, Sponsorluk, Pazarlama, Tekstil, Hukuk, Sağlık, Ekonomi, Yönetim, Psikoloji, Lojistik, Sosyoloji…

Durum bu olunca, paydaş çok olunca, değeri ister istemez artıyor futbolcuların. Tamamına yakını erken yaşta profesyonel oluyor. Amerika’da basketbolda kullanılan erken yaşta profesyonellik kavramı, üniversite okumadan NBA takımlarına liseden geçmeyi ifade eder. Bu da 18-19 yaşlarını belirtir. Dünya futbolunda ise bu durum 17 yaşlarına kadar inmiş durumda. Bu durum da aslına futbolcuların eğitimlerini bir kenara itmek zorunda kaldıklarını ifade eder. Futbolcular diğer spor branşlarının aksine eğitimi bir kenara bırakma cesaretini gösterebilmekteler, çünkü futbol onlara para kazandırabilmektedir.

Eğer bir sporcu ilerleyen zamanlarda, sakatlanmaz, şansı yanında olur ve yeteneklerini ilerletmeye devam ederse kazanacağı paralarla son derece lüks bir hayata sahip olabilir. Fakat bu faktörlerden biri onun başına dert açarsa futbolun nankör yüzünü görecektir. Eğitimi bir tarafa bıraktığı hayata tutunacağı tek alan “futbol” dur. Alt liglerde kendine yer bulur, tek derdi bir gün sınırından döndüğü lüks hayata tekrar yaklaşabilmek olacaktır. Bunun için emek ve zaman harcayacaktır, tıpkı her takım arkadaşı gibi.

Bununla beraber bu durumları yaşamayarak lüks hayatına devam eden futbolcu, şanslı olduğunun farkında pek de değildir. Bir gün yukarıda anlatılan futbolcular gibi olabileceği aklına gelmeyebilir. Bu durumda ki arkadaşları için popülerliğini kullanarak bir harekete geçmek de aklına gelmeyebilir. Daha yetenekli olduğu yada daha çok çalıştığını düşündüğü için en üst ligde oynadığını düşünebilir, belki bunu düşünmez bile.

Aslına bu futbolcuların, yazının başında belirttiğim gibi, davranışları toplumun çeşitli statülerdeki büyük bir kesimi tarafından takip edilmektedir.

Zaman zaman görürüz futbolcular hastane ziyaretlerinde bulunurlar, zorda olanlara, hastalara moral vermek için yanlarına giderler. Bu takdire şayan bir durumdur. Belki bilmediğimiz, onların bizlerin bilmesini istemediği birçok yardımda yapmaktadırlar. Hayatın her yerinde bu karşıtlık olduğu gibi futbolda da “iyi kalpli futbolcu ve kötü kalpli futbolcu” vardır.

Benim bu yazı amacım ise iyi kalpli futbolcuların, kendilerini bir kurum çalışanı, işçisi olarak gören futbolcuların neden seslerini duyuramayan futbolcu arkadaşları için bir davranışta bulunmadıklarıdır. Neden ülkemizde “futbolcu sendikası'na ilgi göstermezler. Amatör liglerde oynayan bir futbolcu, sakatlanarak bir iş kazası geçirdiğinde, çöp gibi kenara atıldığında neden kimse sesini çıkarmaz. Futbolcu olma hedefi ile yola çıkan bir kişi sistem yüzünden eğitimini bir kenara bırakmak zorunda kalıyor ve sonucunda hedefine değişik sebeplerle ulaşamadığında yaşadığı sıkıntıları dile getirecek “popüler” bir futbolcu neden yok?

Yazımın ilk cümlesine dönersem futbol çalışanlarını, işçilerini, popülerlikleri nedeniyle karşımıza "davranışları herkes tarafından konuşulan ve hatta örnek alınan” bireyler olarak karşımıza çıkarır. “ Kötü kalpli futbolcular” bunu her fırsatta kullanırken, karşılarına “iyi kalpli futbolcular” mutlaka çıkmalıdır.

Para, şanlıysan kolay kazanılır ama saygı? Şuan yaşantısını örnek alacağınız kaç futbolcu var?

Kişisel Not: Unutulmamalıdır ki futbol da “sol kanat” vardır ve en değerli pozisyondur, nadir bulunur.

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...