27 Ekim 2020

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da her sabah bir aslan uyanır ve en yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa açlıktan ölecektir. Bir aslan veya ceylan olmanın hiçbir önemi yoktur. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur. 

18 Ekim 2020

Yüzüme Su Vur

 

kalabalık gitti Bulut,

tek başına çıktı.

                            Yıkılmış,

                                          bitmiş,

                                                         ağlayarak…

İçeride gördüğü bir ağaç,

ağacın altında Yaprak,

Yaprak’ın dudağında çınar,

Çınar’ın

              yüzünde “fuzuli” bir orospu çocukluğu,

Yaprak’ın

              yüzünde orospuluk,

Bulut’un

              yüzünde çiçek

                                          Ama

                                                         Bir çiçeğin solması ölüm nedeni olur

                                                         Önden biri gitsin saksıları kaybetsin

09 Kasım 2019

10 Kasım


Bir 09 Kasım gecesi, muhtemelen 2001 ya da 2002, Ankara’da, Anıttepe’de, Barışın evinde… Can, Barış ve Pelin’i hatırlıyorum… O evin çatı terası, karşımızda Anıtkabir… Kasette Atatürk’ün sevdiği şarkılar, önümüzde rakı… Ne olacak… Ağladım, sanırım hepimiz ağladık… Hala ağlıyorum. Biri Atatürk dediğinde, yüreğim titriyor. Onu kim sevgi ile anarsa gözlerim doluyor, yanımızdakiler görmesin diye ısırıyorum yanaklarımı, tutuyorum kendimi, tutabildiğim kadar…
O senenin 10 Kasım sabahı koştuk Atatürk’e. Her 10 Kasım koşuyorum… İçim titriyor, üzülüyorum…
Saygı, sevgi ve özlemle anıyorum…

17 Ocak 2018

GEBERİYORUM


Yaşamayı seven birinin çaresizliği, yaşama sevincini mısralara aktarımı ancak bu kadar muhteşem olabilir… Mısralar o kadar büyük ki, şarkıya çevirmeye cesaret edebilenler için güzellik aynı büyüklükte devam ediyor…

Geçip gitmiş günler gelin
rakı için sarhoş olun
ıslıkla bir şeyler çalın
geberiyorum kederden.

İlerdeki güzel günler
beni görmeyecek onlar
bari selam yollasınlar
geberiyorum kederden.

Başladığım bugünkü gün
yarıda kalabilirsin,
geceye varmadan yahut
çok büyük olabilirsin...






15 Ocak 2018

Kuşadası, Davutlar, SSK, Shiva Disko ve Metallica


Metallica – Nothing Else Matters 

Sevdiğiniz bir şarkı ile beraber sizde bir yere gider misiniz? O şarkı arkada çalarken yaşanmışlıklara… Bende bu şarkı ile Kuşadasın’a gittim birden, anlamsızca…

Kuşadası’nda Davutlar tarafında, orayı bilenlerin SSK olarak bildiği yerde, Orsen sitesinde dedemlerin yazlığı vardı, hala da var, hala da giderim oralara, çok da severim. İşte benim gençliğe giriş yıllarımda, 90’lı yılların başında, SSK sitesinin tam ortasında bir disko vardı. Adı Shiva idi.

O yıllar, ailelerimizden dönüş saati geç olsun diye uzun uzun yalvardığımız yıllardı. Gece 2’lere kadar izin alan arkadaşlarımızın havalarından geçilmezdi. Diskoda ilk kız kesmeler, sahilde yakılan ateşler, ilk kez içilen içkiler, ilk öpüşmeler, yaz aşkları… Harika günlerdi, o günleri yaşayanların hep güzel andığı günler.

O yıllarda müzik bilgimizi Blue Jean dergisi ve türevleri oluştururdu. Kışın dergilerden öğrendiğimiz veya radyolardan yakaladığımız ya da kasetlerini alarak defalarca ezberlediğimiz şarkılar diskoda çalınca, bildiğimiz şarkı diskoda çalındığı için kendimizi bir bok zannettiğimiz, şarkıyı bilmesek de çevredeki kızlar görsün diye sözleri uydurarak şarkıları söylediğimiz yıllar.

Disko müziğinin de disko kültürünün de en iyi, en eğlenceli olduğu yıllar. Yeni müzik türleri ile tanıştığımız, çalan şarkıları sınıflandırmaya başladığımız yıllar. R&B, Rap, HipHop, Heavy Metal, Hard Rock, Grunge, Arabesk, Pop… Dinlediğin müziğin yaşantına etki etmeye başladığı, en iyi grup ve şarkılarının çıktığı yıllar. Bu yazı için o yıllara ait sadece müzik ile sınırlı kalacağım ama 90’lı yıllar benim yaş grubum için belki de eşi benzeri olmayan yıllar.

Shiva diskoya dönecek olursak… En sevdiğim anlar, hızlı şarkıların bitip de slow müziğin başladığı ve erkelerin kızları dansa davet ettiği anlardı. Ama ben hiçbir zaman kimseyi dansa kaldırmadım. Benim en sevdiğim bu anlar, oluşan tiyatroyu izlemekti. Ve bu tiyatroda en sevdiğim şarkıda her zaman Metallica – Nothin Else Metters olmuştu. Bazı anlar aklınızda fotoğraf olarak kalır. Bu şarkının Shiva diskoda çaldığı anları, tepedeki disko topunu ve benim oturarak insanları dans ederken izlememi unutmam mümkün değil. O fotoğrafı beynimle çektim, o diskonun içi ve bu anlattığım an her zaman aklımda.

O kadar güzel günlerdi ki, o günler hiç bitmesin isterdik. Ama benim için o güzel günler orada olan herkesten daha çabuk biterdi. İstanbul’a dönmek ve antrenmanlar…

İstanbul’da antrenmana giderken o zamanın en büyük müzik teknolojisi walkman kulağımızda… Ve içinde yine anılarla dolu 1991 yılı Metallica albümü… "Bu Metallica’da artık çok popüler kültürün parçası oldu", "çok yumuşadılar" dedirten şarkı Nothing Else Metters… Akşam yatağa girdiğinde yine walkman ve yine aynı şarkılar.

Yıllar geçti, walkman oldu cep telefonu, kaset oldu spotify. Dünya bu yazıyı yazdığım notebookla parmaklarımın ucuna geldi. Ama iyi müzik eskimiyor işte. Bir grup ve şarkı boşuna efsane olmuyor. O başını gitar ile yeryüzündeki herkesin çok kolay çalabileceği ama o ilk bas ve davul sesinin ruhunu anlamak için yaşanmışlıklara ihtiyaç olan şarkılardan biri Nothing Else Metters, buyurunuz… 

09 Temmuz 2017

Açık Erişim Zorunluluğu

Dünyayı ticaret yönetiyor. Siyasetçiler, holding patronları, iş insanları, ekonomistler, reklamcılar, medya patronları vb. daha fazla para için kendi alanlarını koruma derdinde. Çoğunun dünyayı daha yaşanabilir bir yer olması gibi bir derdi yok. Açlık, işsizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik dünyanın tamamına hakim. İnsanoğlunun çoğunluğu artık, bana kimse dokunmuyorsa sorun yok mantığı ile yaşıyor. Her türlü ideolojiyi deneyimlemiş ülkeler içinde durum bu, yıllardır aynı şekilde yönetilenlerde de. Diyeceğim o ki; bu çıkmazdan dünyayı kurtaracak olan bilim ve ilimdir. Bu değişime öncülük edecek olanda bilim insanlardır. Güçlerinin farkında olmadan, çoğu ülkede düzeni kabul etmiş şekilde robot gibi yaşayan bilim insanları.

Kütüphaneler artık duvarların içinde yer alan kitaplardan ibaret mekanlar olmaktan çoktan çıktı. Kitap her zaman olacak ama bilginin yayılması o kitabı bitiriş, anlayış ve üzerine bir şeyler ekleme yapmaktan günümüzde çok daha hızlı. Akademisyenlerden daha çok dünya üzerinde aktivist ve bazı girişimcilerin bunu kendilerine dert edinmiş olmaları çok manidar.

Sakladığınız bilgi, belki bir insanın hayatına mal olabilir. O kaybedilen insan ise belki de başkalarının hayatını kurtaracak olan insandır. Bir örnekle açıklayayım; Jack Andraka, JSTOR adlı veri tabanına erişimi vardı. Yani, parasını vererek bir akademik veri tabanına üye olmuştu. 14 yaşındaydı ve burada okuduğu bir makaleden yola çıkarak pankreas kanserinin erken teşhisi ile ilgili bir tez ortaya koydu. Araştırıldı, en azından doktorlar tarafından gündeme alındı. Küçük yaşına rağmen bir şeyleri değiştiremye çalıştı, umut oldu. TED konuşması için tıklayınız 

Bilgi üzerinde yeni bilgiler eklendikçe değer kazanır. Ben tüm dünya üzerinde açık erişimi savunuyorum. Akademisyenlerin, üniversitelerin ve devletlerin açık erişimi desteklemeleri ve gerçekleştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Wikipedia’nın bile kapalı olduğu bir ülkede bunu düşünüyorum hem de. Bilgiye erişimi savunuyorum. Karşı olduğunuz bir bilgiye erişimi yasaklayarak, kapatarak onunla mücadele edemezsiniz. Doğru bilgiyi yazma gücünüzü kullanacağınıza görmeyi engellerseniz, yanlış bilginin büyümesine katkıdan başka bir şey yapmazsınız.

Eğer üniversiteler, verdikleri akademik eğitimin yanında aynı zamanda bilim ve araştırma yerleri iseler açık erişimi desteklemelidirler. Bir akademisyen, araştırması için üniversitesinden, devletten ya da değişik fonlamalardan maddi destek alıyor, aynı zamanda üniversiteden maaş alıyor ise en azından makalesinin herkes tarafından görülebilir olmasını sağlamak zorunda, bilgisine para ile erişimi engellemek zorundadır. Ben böyle düşünüyorum.


İsmini buraya yazmayacağım, para ile akademik bilgi satan, tüm dünyada sistemi buna göre kuran ve yöneten, bundan inanılmaz paralar kazanan şirketlere karşı durulmalıdır. Bu konuya odaklanan iyi niyetli kütüphaneci ve akademisyenleri her akademisyen ve üniversite desteklemelidir. Bu sorunu kanser olarak görüyorum, bu kanserin çaresi bulunmalı ki gerçek kanserin çaresine daha hızlı ulaşabilelim. 

08 Mayıs 2017

O da günlerden bir gündü 1

Çocukluğum boğazda geçti. Yarı Bebek, yarı Arnavutköy. Çamlıbahçeliyim ben. Biraz akıntıburnu hırçınlığı, biraz Bebek koyu sakinliği. İnsanların karakterleri yaşadıkları coğrafya ile şekillenirmiş ya. İşte belki benim ve birçok arkadaşım dengesizliklerinin sebebi Çamlıbahçe oksijenidir.

Orada çok zengin arkadaşlarım da oldu, kıt kanaat zor geçinen arkadaşlarımda. Devlet okulunda okuyan arkadaşlarımda vardı, ülkenin en iyi kolejinde okuyanda. Ama beraberdik. Garip bir yapısı vardır Çamlıbahçenin. Biz öyle paranın insanları ayırmadığı belki son nesildik, mahallede oynayan, sokakta büyüyen son nesildik. Mahalleler arası maçların yapıldığı son nesil. Halı sahayı ilk gören nesilde bizdik, ilk oyun bilgisayarlarını da. Disketten, kasete, kasetten cd’ye geçerek büyüdük. Uzun lafın kısası, yüz yüze iletişim kuran, kurabilen son nesildik. Bugün yine bir yerlerde bir araya gelirsek cep telefonu aklımıza gelmez. Yüz yüze, gözlerimize bakarak konuşuruz, kısaltmadan, sıkılmadan küfrederiz hatta. Güleriz, gülmeyi biliriz. Eğleniriz, eğlenmeyi de iyi biliriz. Ne zaman susulması gerektiğini biliriz. Vefa nedir, saygı nedir biliriz. Klasik müzik dışında, belki de her tarzda en iyi müzikler bahsi geçen zamanda çıkmıştır. Yani 90’ların başında çocuk, sonunda genç olanların zamanında…

Pearl Jam, Nirvana, Metallica, 2 Pac, Orhan Gencebay, Cartel, Cypris Hill, Madness, Ace of Base, Spice Girls, Eric Clapton…. Öyle çok uzatırım ki bu listeyi… Akımlar hayatımıza yön verdi. MTV’nin hayatlarımıza direk karıştığı dönem…

Artık anılarımı yazacağım, hangi birini yazacağım bilmiyorum ya 😊 İşte Çamlıbahçeyi anlattım biraz. İlk yazıda oradan olgunluğa başlayan yürüyüşe olsun. Bu yürüyüş hem de gerçek bir yürüyüştü.  

Anne sana yalan söyledim. Servis beni sahilden almıyordu. Sırf o servise binmek için, her sabah ve akşam 3’er kilometre yürüyordum. Hem de o yolun yarısını yokuş tırmanarak yapardım. Yolu bilenler bilir yolculuğum her sabah, çamlıbahçeden Bebek’e yürüyerek başlıyordu. Dik merdivenlerden çıkarak Alican’ın evine gelirdim. Boğaza tepeden bakan, son derece güzel ve değerli bir evdi. Alican o zamanlar en iyi arkadaşlarımın başında gelirdi. Sabah ona geldiğimde, onun hazırlanmasını beklerken hep MTV açık olurdu. Kafamda orada, o odada ayna gibi 3 şarkı, ne zaman bu şarkıları duysam bu an aklıma gelir. Crash Test Dummies – Mmm Mmm Mmm, Nirvana – The Man Who Sold The World ve Robert Miles – Children…. ve tırmanmaya devam…

Servis bizi Hisarüstünde Boğaziçi Üniversitesinin futbol sahasının olduğu yerden alırdı. Düşünüyorum da şuan her gün o yolu gitmek tam bir manyaklık, delilik. Neden bu deliliği yaptığımın birçok psikolojik ve sosyolojik açıklaması olabilir. Ben bunları bir yana bırakarak, o günkü sıkı dostlarıma, o servis içinde hayatımı paylaştığım dostlarıma; Alican, Caner, Seda, Natalie, Zeynep, Tuğba, Pınar, Tarık, Selin… Selam olsun… Özlendiniz… Bir gün bir sofrada bir araya gelme ümidiyle…


Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...