Şuan otobüsle İzmir'den İstanbul'a giderken üniversite yıllarında yaptığım sayısız otobüs yolculukları aklıma geldi. İstanbul-Ankara arasını kaç kez gittim kim bilir.
Yolculuklarımda unutamadığım, yada beni en çok etkileyen olay 1999 Gölcük Depremi sonrasında otoban kenarına kurulan çadırkent'ler. Yıllarca her yolculuğumda yanından geçtiğim ve seyretmekten başka hiçbir şey yapamadığım acı alanları.
Diğer bir aklımda kalan ise Bolu Dağı’nda verilen molalar. Neredeyse her mola aklımda poster. O kadar çok sevdim ki o dağda, ormanın içinde biraz durabilmeyi.
Yolculuklarımdan aklımda kalan diğer bir durumda hayallerim. Hayallerime yön verende hep kulağımdaki müzik. Bu yazıyı da aslında yine hayal üzerine yazıyorum. Kulağımda yine müzik ama hayal yerine gözümde daha çok uyku. Hayal kurmak yerine uyumanın daha kolay geldiği yaşta yada hayat yorgunluğundayım.
Hayatım, gerçekleştiremediğim hayallerimle dolu. Ama bu mutsuz olduğum anlamına kesinlikle gelmiyor. Aslında tam da tersine hayata daha güçlü bağlar insanı hayaller. İlla da gerçekleşmesi gerekmez. Hayallerde gerçekler kadar güzeldir.
İstanbul-Ankara arası yolculuklarımda kurduğum en büyük hayalde neydi biliyor musunuz? Yine yolculuk...
Bir organizasyon hayal ederdim kulağımdaki müziklerin etkisiyle. Bir otobüs. O otobüsü dolduran ünlü müzisyen ve grupları. Organizasyonu benim ve arkadaşlarımın yaptığını, gönüllü bir turnede olduğumuzu, konserlerin doğuda olduğunu, gittiğimiz yerlerin otobüstekilerin daha önce konser vermediği yerler olduğunu hayal ederdim. Hatta organizasyonun çok etkili olduğunu ve büyük şehirlerden de gençlerin bu konserlere geldiğini, benim gibi insanların doğuda, daha önce hiç gitmediği ve bilmediği insanların yanına, saçma siyasetçilere inat bir araya geldiklerini hayal ederdim. Ve biliyordum ki barış istiyorsanız bu işi bırakmamanız gereken tek grup var, siyasetçiler...
Ne kadar da safça bir hayalmiş oysaki...
Safça da olsa güzeldi işte ve hayallerde gerçekler kadar güzeldi.
Bazen daha da güzel...
Ben Ali İsmail Korkmaz'ın yaşında, korkmadan hayal kurmaya başlamıştım... Onun hayallerini hayata geçirmesine izin vermediler...
Artık hayallerden bile korkuyorlar...
20 Eylül 2013
13 Eylül 2013
Osmanlı'yı kim yıktı, peki Cumhuriyet?
Bir ülkenin başına gelebilecek en kötü şey kesinlikle
cehalettir.
Yıl 1580... İstanbul Tophane'deki Rasathane top atışları ile yıkılıyor. Bütün aletler paramparça ediliyor, bilim adına ne varsa imha ediliyor. Rasathane'nin kurucusu Takiyüddin önünde ağlıyor, şeyhülislam ve halk zafer çığlıkları atıyor. Alın size Osmanlı'nın yıkılması... O toplar aslında Rasathaneyi değil, bilimi, ilmi, Osmanlıyı yıkmaya başladı.
Değişen ne...
Yaşananlar aynı, rejim farklı, hepsi bu...
Peki, Cumhuriyetin yıkılması için ülke rejiminin adının değişmesi gerekiyor mu?
Yıllarca tarihi nefret ettirdiler her öğrenciye. Viyana
kapılarına dayanmış Osmanlı Ordularını büyük bir gururla kitaplarda okuttular. Okutmadılar
doğru tarihi, yorumlatmadılar. Cehalet çığ gibi büyüdü. Oysaki Osmanlı ne zaman
başarılı oldu, sorgulamadılar. Osmanlının bilgiye önem verdiği zaman
yükseldiğini, bağnazlık ve cehaletin olmadığı, İslam’ın araç değil ruhuna uygun
şekilde yaşandığı zamanda yükseldiğini göstermediler, yorumlatmadılar. Fatih
Sultan Mehmet’in ,Yavuz Sultan Selim’in dönemlerine bakın. Medreselerin bilim
ürettiğini görürsünüz. Ne zaman ki Osmanlıda medreselere, yönetimlere Şeyhülislam
fetvaları hakim oldu, bağnazlık ve bilgisizlik hakim oldu, işte Osmanlı o zaman
yıkıldı. Kendi portresini gururla yaptıran padişahtan yüz yıllar sonra Osmanlı
resmi günah saydı, haritalara bakmaya korktular, günah diye... Daha niceleri…
Şimdi bazıları kalkmış televizyon ekranlarında Osmanlıyı yıkan Atatürk diye
konuşmalar yapıyor. Kendi cehaletlerini duyuruyorlar, satıyorlar. Oysa ki Osmanlıyı
yıkan Atatürk değildir, Osmanlının ta kendisidir, ki unutmasınlar Atatürk aslında
bir Osmanlı paşasıdır.
Yıl 1580... İstanbul Tophane'deki Rasathane top atışları ile yıkılıyor. Bütün aletler paramparça ediliyor, bilim adına ne varsa imha ediliyor. Rasathane'nin kurucusu Takiyüddin önünde ağlıyor, şeyhülislam ve halk zafer çığlıkları atıyor. Alın size Osmanlı'nın yıkılması... O toplar aslında Rasathaneyi değil, bilimi, ilmi, Osmanlıyı yıkmaya başladı.
Değişen ne...
Yaşananlar aynı, rejim farklı, hepsi bu...
Peki, Cumhuriyetin yıkılması için ülke rejiminin adının değişmesi gerekiyor mu?
Neden Eleştiremiyoruz?
Ülkemizde bir laf kalıbı var.
“Tabi ki eleştiri olacak, ben eleştiriye her zaman açığım, ama eleştiri yapıcı
olacak.” Bu ülkede yaşıyorsanız yüzlerce kez bu söyleme maruz kalıyorsunuz
demektir. Peki, hiç şunu duydunuz mu? Bu
eleştiri gerçekten çok yerinde, “yapıcı”, bu eleştiriyi ciddiye alacağım! Ben
duymadım, duyduysanız şanslısınız.
Dün, Bogdan Tanjevic’in
istifasının açıklanacağı basın toplantısı 2 saat sürdü. Toplantının belli
bölümlerinde TBF Başkanı Turgay Demirel, A Milli Takım Menajeri Harun Erdenay
ve Milli Takım kaptanı Hidayet Türkoğlu, öncelikle İbrahim Kutluay’a gönderme
yaparak, “yapıcı olmayan” eleştirileri şikayet ettiler.
Bu edilen şikayet ülkemizin bir
hastalığı. Başarısızlığı net olanın sığındığı bir kapı.
İbrahim Kutluay eleştiri
yapıyorsa işinin gereği yapıyor. Eğer bizim gördüğümüz yanlışları bize anlatmazsa
işini kötü yapmış olan bir yorumcu olur. Asıl görevi olmasa bile, Hido’nun
vurgu yaptığı “milli takım kaptanı” sıfatı yüzünden, yine eleştiri yapma hakkı
vardır. Ne bekleniyordu? Takım çok iyiydi, attık ama girmedi, şanssızdık
denmesini mi? Eleştiri yapanların ne söylenmesi isteniyor?
Üstelik bir de durum öyle bir
noktaya geliyor ki, eleştiriler karşısında başarılı kariyerler anlatılıyor.
Konu o sporcunun kariyeri yada takımın tarihi değil ki.
Samimiyetle (Tanjevic’in dünkü
toplantıda yapmaya çalıştığı gibi) hataların konuşulması neden kötü olsun?
Neden o şapkayı önlerine koymazlar?
Milli takım forması o, tabi ki
çağrıldığınızda düşünmeden (maddi-manevi) geleceksiniz. Bunu defalarca dile
getirmenin ne anlamı var?
Çağırılıp da gelmeyeni rahat
rahat konuştuğunuz gibi hak ettiği halde takımda olmayanların da
konuşsanız…
09 Eylül 2013
MOLA
Bir basketbol takımını anlamak
için mola anlarına bakabilirsiniz.
Koça inanmış, güvenmiş takımlarda
molalarda konuşan bir otoriteyi görürsünüz. Koçu anlamaya çalışan, söylediği
cümleyi bırakın kelimelere odaklanmış basketbolcuları görürsünüz. O takımın
molasında koç konuşur, yardımcı antrenörler koçu izler, bir şeyler öğrenmeye
çalışır, koçun görmediği önemli bir unsur varsa uyarır, bunu oyuncularda
yapabilir. Takım olmak böyle bir durumdur ve takım görüntüyü bir araya
gelindiğinde verir.
Birde koça güveni kalmamış bir
takım molasına bakın. Oyuncular gökyüzüne bakar, birbirleri ile konuşur,
sularını içerler ve koç bir şeyler diyorsa arada sırada kafa sallarlar,
dinliyormuşçasına. Mola bitiş kornasını duyduklarında koç konuşuyor olsa dahi
yerlerinden kalkıp, başka noktalara bakarak sahaya girerler.
Bugün amatör bir takıma gidin,
daha ilk maçta, molalarda, oyun ve pozisyon anlatmak yerine “hadi aslanlarım”
diyen antrenör görürseniz bilin ki, ilk maçın sonunda o oyuncular yöneticilere
bu durumu aslan oldukları halde şikayet edeceklerdir. Bunun en başta ki nedeni
bu durum karşısında maddi bir çıkarlarının olmamasıdır, yanlış olanı
gözlemledikleri için bunu düzeltme istekleridir. Basketbolda en önemli unsurlardan
biri konuşmaktır, doğru iletişimdir.
Ben A Milli Basketbol takımımıza
baktığımda konuşmayan bir takım görüyorum. Yüzlerinde mutsuzluk ifadesi,
bazılarında milli formanın ağırlığı ile bireysel mücadele isteği… Ama ağızlar
kapalı. Basketbolda saha içinde konuşmak “yardım” anlamına gelir. Ne saha
içinde konuşuyorlar, ne molada koç konuşuyor. İletişim yok, koça inanç yok. Oyun
tahtası olmayınca gözler apayrı yerlerde. Yeryüzünde board kullanmayan tek
antrenör kaldı, Bogdan Tanjevic.
Durum bu iken, o takımın adı da
milli takımken, oyuncularımızın da amatör ruhlarına biran için bile olsa
dönmeleri gerekmez mi? Yanlış düzenler, yanlış pozisyonda oynamalar… Bunların
hepsi kendilerine de zarar veriyorken, neden konuşmazlar?
Önce Spor Kültürü
Bu saçmalıkları bu ülkede hep
gördük, görmeye de devam ediyoruz. Etrafınıza bakın olimpiyat hakkında mantıklı
bir açıklama yapan herkesi, neredeyse vatan hainliği ile suçlayacaklar.
Olimpiyatın neden 5. Kez alınamadığı hakkında yorum yapmakta neden bir sıkıntı
olsun. Herkesin kendi gibi düşünmeyenleri eleştirdiği ama eleştirinin ne anlama
geldiğini bilmeyen bir ülkeyiz.
Bugün bir yerlerde spor namına
bir köşesi olan, lafını söyleyebilecekleri bir platformu olan herkes olimpiyat
adaylığı ve süreci ile ilgili yazılar yazıyor, söylemlerde bulunuyor. Bu işin
nasıl olduğunu, adaylık sürecinin nasıl işlediğini bilmeden, daha önceki hiçbir
adaylık sürecine göz atmadan sağdan soldan aldıkları bilgilerle, düşünmeden,
kopyala yapıştır laflarla gündem yapıyorlar ve merak etmeyin yarın yine
futbollarına geri dönecekler. Günün modası olimpiyatları İstanbul’a vermeyen
komitenin tu kaka olması.
Bakın daha geçen sene aynı
insanlar Londra olimpiyatlarında başarılı olamayan yüzücülerimize neler yazmışlardı,
haksız yere onları başarısızlıkla suçlamışlardı. Hayatları boyunca yüzmeyi
takip ediyormuş, bu ülkenin yüzme olanaklarını çok iyi biliyorlarmış gibi. Bir
de sonra bakın atletizm başta olmak üzere bu ülkenin son 1 yıl yaşadığı doping
skandalları ile, mesela “maddi manevi Hidayet Türkoğlu” ile ilgili bir kelime
etmişler mi? Her söylemleri, her yazıları siyasi iken çıkıp bir de
olimpiyatları İstanbul’un almamasını “siyasi” olarak niteliyorlar. O zaman
oluşan bu durum bu ülke için bir siyasi başarısızlık mıdır? Elbette değildir
ama sığ düşünceleri kendi içlerinde de çelişiyor.
Olimpiyatı almamanın birçok
nedeni olabilir. Siyasi, doping, güvenlik, coğrafi, dini, altyapı, maddi… Ne
olursa olsun benim gördüğüm Hasan Arat ve ekibinin hiçbir adaylık sürecinde
olmadığı kadar bu ülkeyi iyi temsil etmiş olmaları ve bu sürecin devam
etmesinin gerekliliği. Bu süreç içerisinde bence önce bir Dünya Atletizm ve
Yüzme Şampiyonası istesek, alsak, buralarda organizasyon antrenmanı yapsak fena
olmaz mı?
Bu ülkenin spor alanında ki en
büyük sorunu, bu ülkenin bir “spor kültürü” olmamasıdır. Önce bunun bilincine
varalım. Tanıl Bora 05 Eylül 2013 günü Radikal gazetesinde ki köşesinde yazdığı
“bize göre bir şey değil” yazısında aşağıdaki cümlelerle bu konuda
hissettiklerimi çok iyi ifade etmişti.
“Kendisi spor yapmış birisi,
sekizinci gelen yarışmacının gayretini, becerisini küçümsemeyecektir.
Olimpiyatın ticariliğini, performatifliğini biliyoruz elbette... Olimpik ruhu
kurtaran, insanın yeteneğini işlemesini bir estetik tecrübe olarak
minnettarlıkla izleyen seyircinin sarf ettiği temaşa emeğidir biraz da. İşte,
bizde o emek gücü kıt! Hele ‘bizimkiler’ de yarışmıyorsa, iki tek dümenciliyi,
200 metre kelebeği kim izleyecek? Bir cimnastikçi, göğsündeki bayrağa bakmadan,
hak ettiği samimi hayranlık uğultusunu tadabilecek mi?” .
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Koşu Kanunu
Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...
-
İyi miyim, hoş muyum? Dolu muyum, boş muyum? Aydınlık mıyım, loş muyum? Ayık mıyım, sarhoş muyum? Aslında iyi bir hafız olmasına rağmen...
-
Üniversite yıllarında oynadığım ve büyük zevk aldığım bir oyun vardı. Max Payne. Bu oyunu özellikle kurşunun gidişini çıplak gözle görebile...
-
ODTÜ, tarihi boyunca da aynı yada benzer konularla her zaman gündemde olduğu gibi, siyasi konularla yeniden gündemde. Bununla beraber b...