25 Mayıs 2009

Bir şarkı üzerine yazılan yazılar beni hiçbir zaman çekmemiştir. Hakkında çokşey bildiğim sevdiğim bir eser bile olsa, onun hakkında yazılanları okumayı pek istemem. Bana hissettirdiklerini, hissettireceklerini bozacağını düşünürüm. Tıpkı şairin yazdığı bir şiirde ne anlattığını açıklaması kadar saçma gelir müziğin hissettirdikleri üzerine yazılmış yazı.
Ben alacağımı alırım. Gitmek istediğim yere giderim. Her sevdiğim müzik benim için bir yolculuktur, bir ruh halimin reçetesidir.

HASTALIK: DENGESİZLİK (Müzik üzerine yazı yazmanın saçmalığını anlatmak için yazı yazmak, ileride de yazabileceğini düşünmek)

REÇETE: Sabah Kalktığında Sponge Bob Theme
The Busters ----- Mickey Mouse in Moscow ( her öğünden sonra 8 kez )
Ezginin Günlüğü- Feyza Erenmemiş ---- Küçük Hanımın Şarkısı (Çalışmaktan bıktığında, çalışman gerektiğini biri söyleyene kadar)
Beethoven --- Kreutzer Sonata ( akşamleyin bir odanın içinde tamamen iletişimden bağımsız 1 kere)
Beethoven ----- Moonlight Sonata ( Aynı odada Kreutzer sonatın ardından 5 kere)
Will Smith ----Summertime (yatmadan önce gözler kapanana kadar)

Not 1: Her güne ayrı reçete gerekebilir.
Not2: Bu bir yazı değildir. :)

09 Nisan 2009

AŞAĞIDAKİ YAZIYA NİSPETLE

Eve geldim, evde de işe devam etmek için bilgisayarımı açtım, müzik listemden karışık bir çalış emri vererek itunes'umu açtım, açtığı ilk şarkı aşağıdaki yazıya nispetle Beriut - Sunday Smile . Bu pazar ne olacak! şarkılar bana mesaj vermeye çalışıyor gibi...
Neyse çalışmaya devam, devam, devam...
Çok da güzel gitmeyen, argo tabirle boktan geçen anlarınızıda, günlerinizde bazen kulağınıza gelen bir şarkı sizi rahatlatır, dudağınızda gülümseme yaratır ya , yada bende yaratır, işte ben o anı çok seviyorum. Bu sabah Maroon 5 - Sunday Morning bana bu hissiyatı yarattı radyo da duyduğum an. Bende burayı bu yazıyla işgal edeyim dedim boş yere...

24 Mart 2009

İÇİMDEKİ FUTBOL GERGİNLİĞİ

Futbol, belki de dünyanın tamamında izlenen tek evrensel spor oyunudur, bütün kıtalarda takip edilir, oynanır ve her geçen gün evrenselleşmeye devam eder. Ülkemizde bu evrenin bir parçasıdır ve ülkemizde de futbol dünya genelindeki gibi en önemli spor olgusudur. Ama artık ne ülkemizde nede dünya genelinde futbol sadece spor oyunu değil, bir küresel endüstri, bir sanayi dalı olmuştur. Çünkü, futbol kulübü olarak başarı elde etmek istiyorsanız, taraftarlarınızı diğer takımın taraftarlarından daha mutlu yaşatmak istiyorsanız belli bir parayı harcamanız ve bu harcamaları da karşılayacak gelirlerinizin olması gerekmektedir. Türkiye futbol liginin maddi yönden büyük kulüpleri ise bu endüstrileşme içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Oysaki hiçbir zaman hiçbir kulüp yöneticisi benim “gerçek futbol taraftarı” dediğim kişilere bunları sormamış, aldıkları bu maddi kararlar için taraftarların görüşlerini almamışlardır.

Oysa ki, gerçek futbol izleyicisinin görüşlerini almak, sormak zorundalar. Bugün gerçek bir futbol seyircisi, gönül verdiği takımın maçlarını izlemek için yılda (giderlerin en düşük olanlarını ele alarak) 2.000 TL civarında para harcamak zorundadır. Bu fiyat sadece kombine bilet, bir forma, yol parası ve TV yayınını kapsamaktadır. Maçı daha iyi yerden izlemek isterseniz, yada her sene yenilenen 3 formayı da almak isterseniz, diğer ticari ürünlerden faydalanmak, atkınızı şapkanızı eksiksiz almak isterseniz ve hatta tutkunuz deplasman maçlarına gidecek kadar büyükse çok daha fazla parayı gözden çıkarmak zorundasınız. Ama hiçbir yönetici gerçek taraftarın daha az para harcamalarını önemsemiyor. Onların günümüzde ilgilendikleri, rakibi oldukları takımları sahada yenmek ve bu başarıyla daha çok para kazanmak. Daha çok başarı, daha çok taraftar, daha çok taraftar ise daha çok para demek. Daha çok para daha pahalı futbolcu, daha pahalı futbolcu, daha pahalı bilet demek. Daha pahalı bileti alamadığı için maçlara gidemeyen, maç yayınlarının parasını veremeyip maçları televizyondan dahi izleyemeyen, maçtan sonra özet görüntülerle yetinen taraftarlar hiçbir yöneticinin umurunda değil. Onlar localarında oturup purolar eşliğinde maçları izleyen, pozisyon tekrarlarını anında önlerindeki televizyonlardan izleyen taraftar değil kişileri istiyorlar. Hiç ayağa kalkmadan maç izleyen, ıslanmayan, üşümeyen, başarısızlıkların farkına varmadan evlerine gidip güzel bir hafta sonu aktivitesi yapan kişileri, aileleri istiyorlar. Onlar bu görüntü altında aslında daha çok para istiyorlar. Peki bu insanların uzun vadede taraftar, izleyici olarak kalıp kalmayacaklarının garantisini kim verebilir?

Futbol aslında bir sokak kültürüdür. Sokakta büyümüştür. Bir futbol tribününde sokaktaki her kesimden insanı görebilirsiniz, daha doğrusu görebilirdiniz. Hayatını belki tuttuğu takıma adamış, hayatı boyunca gönülden takip ve destek vermiş, taraftarı olmuş bir emekliyi günümüzde tribünde görebilir misiniz? Ne oldu da bu insanların yerini taraftarlar değil izleyiciler aldı?

Bazı izleyici, yaptıkları izleme işini bir meslek haline bile getirdiler. Kulüpten maçları izlemek ve tezahuratta bulunmaları için maaş aldılar. Tribün grupları kurdular. Grup isimleri yeri geldiğinde kulüp isminin önünde yer aldı. Artık maçları bile çoğu zaman izlemiyorlar. Sürekli bağırıyorlar. Rakip atak yaparken de, kendi takımları atak yaparken de aynı şekilde, aynı tempoda bağırıyorlar. Maçı yaşamıyorlar, futbolu sevdikleri için değil, bağırmayı sevdikleri için geliyorlar ve bundan benim ne kadar rahatsız olduğum onların umurunda değil.
Oysa ki gerçek taraftarlar bu oyunun en büyük ve en güçlü kesimi, futbolun esas sahipleridirler. Fakat izleyiciler maçları gerçek taraftarlara eziyet haline getirebiliyorlar.

Taraftar olmasa oradaki ne yöneticinin, ne hakemin, ne futbolcuların bir önemi olur. Bu çark taraftarlarla döner, ama taraftarların bunun farkında olmaktan çok başka önemli işleri vardır. Gerçek taraftarlar gerekirse başarı için, rakibi olduğu diğer takımı yenebilmek için cebindeki son parayı bile kulüplerine vermeye hazırdırlar. Futbolun patronları da bunu çok iyi bilir ve sömürme devam eder.

Şimdilerde kulüpler halka açılarak aslında halkı ortak etmekten çok, kulüp yöneticilerini birer patron haline getirmekteler. Oysa ki bu dönemden önce bile taraftarlar kendilerini kulübün gerçek sahibi olarak görürlerdi, çünkü öyleydiler, günümüzde taraftarlar kendilerini kulübün sahibi olarak görür ama değillerdir, aksine onlar patronlar tarafından birer müşteri olarak görülmektedirler. Onların güzündeki bu müşteri takımları ile ilgili her şeye saldırır. Doymak bilmezler. Takımlarının sahip olduğu renklerde ve amblemlerini taşıyan her şeyi elde etmek isterler. Formalar, atkılar, şapkalar, anahtarlıklar, fincanlar, ayakkabılar, eşofmanlar, telefonlar, sim kartları, hatta operatörler, kredi kartları, dergiler, televizyonlar… Hiç durmadan her şeye para öderler ve paralarının boşa gitmediğini karşılığında iyi bir futbolcu alınacağını hayal ederler.

Futboldaki bu ticaret anlayışı birçoklarına göre futbolun sonun getirecek. Holiganizmin, ırkçılığın artması, gerçek taraftarların maçlara artık gidememesi ve yanlış televizyon politikaları futbolun güzel taraflarının da sonun getirmeye hazırlanıyor. Bugün Avrupa’nın maddi yönden en büyük kulüpleri bile draft ve salary cup gibi sistemleri tartışıyor, maç saatlerinin değiştirilerek enerji tasarrufu yaparak bilet fiyatlarını sabit tutmanın imkanlarını arıyor, yüksek fiyatların önüne geçmeyi tartışıyorlar. Türkiye’de ise taraftar sayıları ve hakemlerden baksa bir şey tartışılmıyor.

Futbol, dünyanın belki de oynaması en kolay sporudur, bunu zorlaştırmaya hiç gerek yok. İki taş ve bir kola kutusu yeter. Siz hiç purosuyla, takım elbisesi ile sokakta hatta halı sahada futbol maçı izleyen birini gördünüz mü? O izlemez ama ben izlerim. Ben futbolu seviyorum, futbolu moda olduğu için, statümün bir gereği olarak değil, bu oyundan zevk aldığım için seviyorum. Uruguaylı yazar Eduardo Galeno’nun dediği ve benim çevirisini Tuğrul Akşar ve Kutlu Merih’in Futbol endüstrisi kitabından aldığım gibi, ‘futbol, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür.’ Hüznün kaynağı sanırım Uruguay’da da ülkemde de aynı. Geçmişe duyulan özlem. Mithatpaşa stadında Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın maçlarını eşit sayıda, yan yana izleyen seyircilere, güzel bir hareket karşısında iki taraftan da alkış alınan günler. Rahmetli Metin Oktay’ın dediği gibi ‘futbol ayakla değil, kafa ile oynanır’. Bu güzelliği görebilene ne mutlu.

02 Şubat 2009

PAZAR SPORU

Pazar sabahı erkenden kalktığımda güzel bir Pazar spor günü olacağını biliyordum ama bu kadarını kesinlikle beklemiyordum. Neredeyse televizyonun başından kalkamadım. Güne bir gece önce oynanan NCAA erkek basketbol maçı South Carolina – Kentucky maçının tekrarını izleyerek başladım. Mütiş bir maç ve mütiş bir final oldu. Bu maçtan hemen sonra tenisin yaşayan iki efsanesinin, Federer ve Nadal’ın Avustralya Açık Tenis Turnuvasının finalinde karşılaşmalarını izledim. Maç 4 buçuk saat sürdü ve tam bir tenis şöleniydi. Nadal Federer’i bir kez daha yenmeyi başardı. Daha sonra Eurosportta kayak ve board yarışları vardı. Biraz bilardo karşılaşmalarına baktım. Araya ufak bir Playstation molası aldım ve Fenerbahçe Gaziantep sporun gerçekten çok zevkli geçen son 10 dakikasını izledim. Futbol sevgisi fazla olanlar için müthiş bir maç, Liverpool – Chelsea maçına vakit bulduıkça baktım. Çünkü aynı anda NTV’de Barcelona maçı, NBA TV’de ise Orlando- Toronto maçı başlamıştı. Hidayeti orada seyretmek süperken Fox Sports’da Duke – Virgina basketbol maçı başladı. İşte o an manyağa dönmüş bir şekilde 4 maç arasında gidip geldim. Taki Beşiktaş- Antalyaspor maçı başlayana kadar. Bir Beşiktaşlı olarak diğer maçlara pek zaman ayırmadım, ama itiraf etmeliyim ki günün en zevksiz anlarını yaşattılar bana. Tello Allahtan oradaydı ve bu maçın resmen namusunu kurtardı. Futbol sahalarında az görülecek şaheser, mükemmel bir gol attı. Defalarca izlenmesi gerekir. Beşiktaşın maçından sonra biraz uyudum, çünkü saat gece 01:00’de sperbowl finali başlayacaktıve hazır olmak zorundaydım. Senede bir kez olan bu çılgınlık için uykusuz kalmaya değerdi ve deydi de. Bu senede muhteşem bir final yaşattı Arizona Cardinals ve Pittsburg Steelers takımları. 5 saat süren bu şölen için yazılacak çok şey var. Ama maçı izleyenler Harrison’un 100 yardlık koşusunu, Harrison’un muhteşem touchdown tutuşunu ve maçın sonuna kadar süren rekabeti unutmayacaklarıdır.
Yattığımda saat 06:00’ydı ve şuan saat 08:30 işyerindeyim.  Sonuç olarak mütiş bir Pazar günüydü ve birgün bütün bu maçları canlı izleyebilmek için dua ederek bu yazıyı btiriyorum.

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...