24 Mart 2009

İÇİMDEKİ FUTBOL GERGİNLİĞİ

Futbol, belki de dünyanın tamamında izlenen tek evrensel spor oyunudur, bütün kıtalarda takip edilir, oynanır ve her geçen gün evrenselleşmeye devam eder. Ülkemizde bu evrenin bir parçasıdır ve ülkemizde de futbol dünya genelindeki gibi en önemli spor olgusudur. Ama artık ne ülkemizde nede dünya genelinde futbol sadece spor oyunu değil, bir küresel endüstri, bir sanayi dalı olmuştur. Çünkü, futbol kulübü olarak başarı elde etmek istiyorsanız, taraftarlarınızı diğer takımın taraftarlarından daha mutlu yaşatmak istiyorsanız belli bir parayı harcamanız ve bu harcamaları da karşılayacak gelirlerinizin olması gerekmektedir. Türkiye futbol liginin maddi yönden büyük kulüpleri ise bu endüstrileşme içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Oysaki hiçbir zaman hiçbir kulüp yöneticisi benim “gerçek futbol taraftarı” dediğim kişilere bunları sormamış, aldıkları bu maddi kararlar için taraftarların görüşlerini almamışlardır.

Oysa ki, gerçek futbol izleyicisinin görüşlerini almak, sormak zorundalar. Bugün gerçek bir futbol seyircisi, gönül verdiği takımın maçlarını izlemek için yılda (giderlerin en düşük olanlarını ele alarak) 2.000 TL civarında para harcamak zorundadır. Bu fiyat sadece kombine bilet, bir forma, yol parası ve TV yayınını kapsamaktadır. Maçı daha iyi yerden izlemek isterseniz, yada her sene yenilenen 3 formayı da almak isterseniz, diğer ticari ürünlerden faydalanmak, atkınızı şapkanızı eksiksiz almak isterseniz ve hatta tutkunuz deplasman maçlarına gidecek kadar büyükse çok daha fazla parayı gözden çıkarmak zorundasınız. Ama hiçbir yönetici gerçek taraftarın daha az para harcamalarını önemsemiyor. Onların günümüzde ilgilendikleri, rakibi oldukları takımları sahada yenmek ve bu başarıyla daha çok para kazanmak. Daha çok başarı, daha çok taraftar, daha çok taraftar ise daha çok para demek. Daha çok para daha pahalı futbolcu, daha pahalı futbolcu, daha pahalı bilet demek. Daha pahalı bileti alamadığı için maçlara gidemeyen, maç yayınlarının parasını veremeyip maçları televizyondan dahi izleyemeyen, maçtan sonra özet görüntülerle yetinen taraftarlar hiçbir yöneticinin umurunda değil. Onlar localarında oturup purolar eşliğinde maçları izleyen, pozisyon tekrarlarını anında önlerindeki televizyonlardan izleyen taraftar değil kişileri istiyorlar. Hiç ayağa kalkmadan maç izleyen, ıslanmayan, üşümeyen, başarısızlıkların farkına varmadan evlerine gidip güzel bir hafta sonu aktivitesi yapan kişileri, aileleri istiyorlar. Onlar bu görüntü altında aslında daha çok para istiyorlar. Peki bu insanların uzun vadede taraftar, izleyici olarak kalıp kalmayacaklarının garantisini kim verebilir?

Futbol aslında bir sokak kültürüdür. Sokakta büyümüştür. Bir futbol tribününde sokaktaki her kesimden insanı görebilirsiniz, daha doğrusu görebilirdiniz. Hayatını belki tuttuğu takıma adamış, hayatı boyunca gönülden takip ve destek vermiş, taraftarı olmuş bir emekliyi günümüzde tribünde görebilir misiniz? Ne oldu da bu insanların yerini taraftarlar değil izleyiciler aldı?

Bazı izleyici, yaptıkları izleme işini bir meslek haline bile getirdiler. Kulüpten maçları izlemek ve tezahuratta bulunmaları için maaş aldılar. Tribün grupları kurdular. Grup isimleri yeri geldiğinde kulüp isminin önünde yer aldı. Artık maçları bile çoğu zaman izlemiyorlar. Sürekli bağırıyorlar. Rakip atak yaparken de, kendi takımları atak yaparken de aynı şekilde, aynı tempoda bağırıyorlar. Maçı yaşamıyorlar, futbolu sevdikleri için değil, bağırmayı sevdikleri için geliyorlar ve bundan benim ne kadar rahatsız olduğum onların umurunda değil.
Oysa ki gerçek taraftarlar bu oyunun en büyük ve en güçlü kesimi, futbolun esas sahipleridirler. Fakat izleyiciler maçları gerçek taraftarlara eziyet haline getirebiliyorlar.

Taraftar olmasa oradaki ne yöneticinin, ne hakemin, ne futbolcuların bir önemi olur. Bu çark taraftarlarla döner, ama taraftarların bunun farkında olmaktan çok başka önemli işleri vardır. Gerçek taraftarlar gerekirse başarı için, rakibi olduğu diğer takımı yenebilmek için cebindeki son parayı bile kulüplerine vermeye hazırdırlar. Futbolun patronları da bunu çok iyi bilir ve sömürme devam eder.

Şimdilerde kulüpler halka açılarak aslında halkı ortak etmekten çok, kulüp yöneticilerini birer patron haline getirmekteler. Oysa ki bu dönemden önce bile taraftarlar kendilerini kulübün gerçek sahibi olarak görürlerdi, çünkü öyleydiler, günümüzde taraftarlar kendilerini kulübün sahibi olarak görür ama değillerdir, aksine onlar patronlar tarafından birer müşteri olarak görülmektedirler. Onların güzündeki bu müşteri takımları ile ilgili her şeye saldırır. Doymak bilmezler. Takımlarının sahip olduğu renklerde ve amblemlerini taşıyan her şeyi elde etmek isterler. Formalar, atkılar, şapkalar, anahtarlıklar, fincanlar, ayakkabılar, eşofmanlar, telefonlar, sim kartları, hatta operatörler, kredi kartları, dergiler, televizyonlar… Hiç durmadan her şeye para öderler ve paralarının boşa gitmediğini karşılığında iyi bir futbolcu alınacağını hayal ederler.

Futboldaki bu ticaret anlayışı birçoklarına göre futbolun sonun getirecek. Holiganizmin, ırkçılığın artması, gerçek taraftarların maçlara artık gidememesi ve yanlış televizyon politikaları futbolun güzel taraflarının da sonun getirmeye hazırlanıyor. Bugün Avrupa’nın maddi yönden en büyük kulüpleri bile draft ve salary cup gibi sistemleri tartışıyor, maç saatlerinin değiştirilerek enerji tasarrufu yaparak bilet fiyatlarını sabit tutmanın imkanlarını arıyor, yüksek fiyatların önüne geçmeyi tartışıyorlar. Türkiye’de ise taraftar sayıları ve hakemlerden baksa bir şey tartışılmıyor.

Futbol, dünyanın belki de oynaması en kolay sporudur, bunu zorlaştırmaya hiç gerek yok. İki taş ve bir kola kutusu yeter. Siz hiç purosuyla, takım elbisesi ile sokakta hatta halı sahada futbol maçı izleyen birini gördünüz mü? O izlemez ama ben izlerim. Ben futbolu seviyorum, futbolu moda olduğu için, statümün bir gereği olarak değil, bu oyundan zevk aldığım için seviyorum. Uruguaylı yazar Eduardo Galeno’nun dediği ve benim çevirisini Tuğrul Akşar ve Kutlu Merih’in Futbol endüstrisi kitabından aldığım gibi, ‘futbol, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür.’ Hüznün kaynağı sanırım Uruguay’da da ülkemde de aynı. Geçmişe duyulan özlem. Mithatpaşa stadında Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın maçlarını eşit sayıda, yan yana izleyen seyircilere, güzel bir hareket karşısında iki taraftan da alkış alınan günler. Rahmetli Metin Oktay’ın dediği gibi ‘futbol ayakla değil, kafa ile oynanır’. Bu güzelliği görebilene ne mutlu.

Koşu Kanunu

Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan, en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa ölecektir. Afrika'da ...